SAHİPSİZ YÜZLER

Mehmet Erte, Sahipsiz Yüzler romanında okurunu bir oyunun içine davet ederken bizi biz yapanın ne olduğu üzerine düşünmemizi de sağlamaya çalışıyor.

-l-

Mehmet Erte’nin son romanı Sahipsiz Yüzler, ampirik okurun içselleştirmekte zorlanabileceği bir eser. Zira bu roman, insanı bir oyunun içine davet ediyor. Oysa ampirik okur, kurgunun içindeki kendi yerini keşfetmeyi, oyuna dahil olmaya tercih eder. Bu da Sahipsiz Yüzler’i asıl örtük okur için daha çekici hale getiriyor, diyebiliriz.

Yazar, bizzat Mehmet Erte olarak yer aldığı romanda okurun kafasını karıştırarak (tamam, Erte, romanın başındaki biyografide okuduğumuz üzere Çeşmeli, tamam Sakarya’da fizik okumuş falan da romanda yer alan Erte’ye dair diğer bilgilerin ne kadarı gerçek acaba şeklince daha pek çok soru işaretine rağmen) gerçeği yeniden inşa ederken, hatta Sahipsiz Yüzler’in 7.bölümünde dört yıldır yazdığı “Kötü Tohum” isimli roman dosyasını serpiştirdiği ayrıntılarda romantizmin uzantısı olarak aşk üzerine sorgulamalar yaparken, aynı zamanda bir yazar olarak kendi gerçeğini aradığını inceden inceye sezdiriyor bize.

O halde ister örtük okur ol, ister ampirik (yazar için pek de önemli olmasa gerek bu sevgili okur) Mehmet Erte, Sahipsiz Yüzler romanında bir oyun oynuyor ve bu oyuna bizi de çekmeye çalışıyor. İsteyen oyuna dahil olup kurgunun içine -tekinsiz sulara diyelim- dalarak yazarın zekice ve şakacı göz kırpmalarına dudağının kıyısına iliştirdiği gülümsemelerle evet der, isteyen aman benden uzak olsun diyerek güvenli alanında -hadi, kıyıda kalıp diyelim- seyirci olmanın keyfini sürerek, muhayyilesinin sessiz sinemasında oynayan filmi en sevdiği koltuğuna oturup izlemeyi tercih eder.

Şunu da hatırlatayım ki sevgili okur; her roman, yaşanmışlık talep eder yazarından, yaşam tecrübesi bekler ve de empati yoğunluğu tabii. Tecrübe ve empati olmadan kurgu, teknik olarak mükemmel olsa dahi, hikâyenin duygusu akmaz, gerçek bir atmosfer yaratamazsınız. O halde iyi yazarlar empat kişilerden çıkar diyebilir miyiz? Narsistlerden, hele hele son zamanlarda fazlaca söz edilen gizli narsistlerden yüreğe işleyen, okura şah damarı kadar yakın metinler beklemek boşunadır belki de.

-ll-

Sahipsiz Yüzler romanı 2018 yılının Temmuz ayının ilk cumartesi günü (hesapladığımızda 7 Temmuz’a tekabul ediyor) şair ve psikolog Deniz’in konuşmak, biraz da eski hesapları kapatmak adına İstanbul’dan kalkıp sevgilisi Mehmet Gün’ün tatil yaptığı kıyı kasabasına geldiğinin daha ilk günü, daha sevgilisi ile yüz yüze görüşmeden henüz (mesaj atmıştır, bu mesajı görmesini bekliyordur sevgilisinin) kilisedeki bir resim sergisini gezmesiyle başlıyor. Böylece oyunun içine çekilen okur, ortada tuhaf bir şeylerin olduğunu hissediyor zira resim sergisindeki bütün portreler, kronolojik olarak farklı yılları kapsamasına rağmen hep aynı kadının, tam da Deniz’e benzeyen meçhul bir genç kadının portresidir. Buradan yola çıkarak, Erte’nin Sahipsiz Yüzler romanında, insanın biricik olması, “ben”lik duygusunun anlamını sorgulaması üzerinden okur zihninde soru işaretleri oluşturmaya çalıştığı çıkarımında bulunabiliriz sanki:

“Ressam, Deniz’e bu dünyada görülen, dokunulan, duyulan tek bir‘ben’i olmadığını mı anlatıyordu?” (s.9)

Böylece her ne kadar karşımızda merkezsiz bir roman olsa da aslında yazarın yapmak istediğinin, okuru kendi gerçeği ile yüzleştirmek, bizi biz yapanın ne olduğu üzerine düşünmesini sağlamak olduğunu da hissediyoruz.

Evet, merkezsiz bir roman Sahipsiz Yüzler. Karakterlerin birbirine yakınlaşıp uzaklaşmaları, zaman zaman birbirlerinin hayatının içine girmeleri şeklinde ilerlerken, onların iç konuşmalarını duyduğumuz ölçüde bizler de karakterlerle özdeşlik kurmadan birlikte yürüyoruz sanki. Ama illa da bir karakterin altını çizecek olursak bu, Celal Bey olmalı diye düşünüyorum. Çünkü romanın daha ilk sayfalarından itibaren “hayatı hakkında hep hikayeler uyduran, maskelerin ardında yaşayan” Celal Bey, romandaki diğer kişileri, sıkı bir makine dikişi ile değilse de karakterleri birbirine teyelleyerek bağlamayı başarandır. Herkesin bir şeyi olan bu yaşlı adam, aslında yıllar önce ailesinden kopmayı seçtiğinden kimsenin hiçbir şeyidir de. Belki de bu yüzden hayatına dair sürekli hikâyeler uyduruyor, yeni tanıştığı kişilere. Sanki böylece yeni yeni hayatlar icat ediyor Celal Bey kendine. Herkes bir kimlikle romanın içinde sınırını çizerken (Deniz şair bir psikologtur mesela, Mehmet Gün gölge bir yazar veya onun eşi Zeynep, bir oyuncudur veya Tahir, uluslararası üne sahip bir ressamdır…) Celal Bey ise diğer karakterlerle kıyaslandığında hiçbir şeydir veya her şey olmaya çalışan biri…

-lll-

Romandaki karakterlerden Mehmet Gün, gölge bir yazardır. Aslında bu romanın da gölgesi gibidir o. Hatta romanın içine arada bir sızarak kendini gösteren anlatıcı dahi olabilir. Şu hâlde Erte’nin de gölgesi olma olasılığından ötürü romandaki en tekinsiz karakterdir aynı zamanda; değil mi ki, ruhun bedeni dediğimiz gölgelere düşkündür kalemi ve Aragon’dan rol çalar mademki…

Anlatıcı demişken; söz sahipsiz kalmasın diye mi bunca araya girmeler? Hani bizler dinlemekten ziyade konuşmayı seçeriz ya, hani bu yüzden sözün bitmesini dahi beklemez de sabırsızca araya gireriz ya, işte bu anlatıcı da okurlara arada sırada öylesine laf yetiştirirken, sanki yazarın sözünü keserek, sanki kahramanlara güvenmiyor da onların açığını ironinin de yardımı ile kapatmaya çalışıyor gibidir. Ama elbette bir üst-anlatı olarak da kabul edebiliriz, yazarın doğrudan okura hitap eden bu alaycı sesini.

Aslında yazar, romanın merkezsiz akmasının nedenini de söylüyor satır aralarında:

“Peki, şu merkez dedikleri neyin nesiydi? Tam bir safsata(…) Bir merkezin bulunduğuna, özün merkezde yoğunlaştığına inanmak saçmalıktı. İlle de bir merkezden bahsedilecekse orada insanların ezelden beri bildiği duygular yer alırdı hep.” (s.30)

Belki de “öz” diye bir şey yoktur, merkez olmadığına göre. Nasıl ki okyanusun her damlası, zaten okyanusun bütününü ele veriyorsa, yani her bir damlada okyanusun öz’ü saklıysa, o halde illa da bir merkez aramak, romanı bir çerçeveye hapsetmek (Had çizmek hadsizliktir midir?) gerekli miydi?

O halde Mehmet Erte, deneysel bir roman denemiş diyebiliriz belki de Sahipsiz Yüzler’de. Merkezsiz, okyanusun her damlasında asıl olanın zaten saklı olduğu, had çizilmeyen, kahramanları dahi hadsiz, sanki romanın bu merkezsizliğine hizmet ediyorlar gibi. Anlatıcıysa bu anlatı okyanusunun içine arada bir balıklama dalıyor; hadsizliğini ilan etmek adına kahramanların birbiri ile ilişkilerini kendi beherinde tahlil ederken sayfaların arasında yönünü yitiren okuyucuyu, sanki eve gelen misafiri, sırtına yumuşak bir dokunuşla, hissettirmeden hani, misafir odasına yönlendiren (olur ya darmadağınık yatak odasına da dalabiliriz) bir ev sahibidir şimdi ki, bizler evimize gelen misafiri önümüze katarak buyur ederiz içeriye, iş yerlerimizde olduğu gibi düş peşime değildir ağırlayışımız elbette.

Şu da var: arada bize kendini böylece hatırlatan anlatıcı (ki bu, üst-anlatı, egoya hizmet eder aynı zamanda; orada olduğunun unutulmasını istemeyendir) işte o anlatıcı, arada bir kendini hatırlatırken “ben” diyerek, romanın sıradan insan halleri içinde, aslında hiçbir insanın sıradan olmadığına dair bir ses de oluşturur.

Romanda onca farklı karakterin her biri romanın da merkezidir bu durumda. Üstelik bazı bölümleri kurcalarsanız dünya edebiyatına ya doğrudan ya da üstü kapalı olarak göndermeleri de fark edebilirsiniz. (İşte burada postmodernist bir teknik olarak metinlerarası ironiyi Sahipsiz Yüzler’de uyguladığını görüyoruz yazarın) Bu göndermeler sırasında karakterlerin değil de anlatıcının -biraz da hadsizce diyelim yine, yazarın bilinçli bir tercihi olarak- romana sızışını, belki dipnot kıvamında hani, ama sayfa sonlarına değil de satır aralarına serpiştirilen; 6. bölümde mesela, Aragon’un Elsa’ya Şiirler’i ile Mehmet Gün’ün -ve de hatta Mehmet Erte’nin- aşka yüklediği anlam ilişkisi; mesela 5. bölümde Celal Bey vasıtası ile Thomas Mann’ın uzun hikayesi Tonio Kröger ile sanat ve burjuva ilişkisinin sorgulanışı gibi. (Elbette okur, bu metin bizi kimlere götürüyor acaba diye sormalıdır illa ki kendine ve her okuma doğurgan olmalıdır bu yüzden sevgili okur.)

Bu uzun hikâyeye adını veren karakter Tonio Kröger’in Rus ressam arkadaşı Lisabeta ile konuşmalarının yansımalarını (buna anıştırma diyebilir miyiz, karar veremedim) Sahipsiz Yüzler’in 6.bölümünde görmek mümkün. Aslında böylece anlıyoruz ki; tamam, Sahipsiz Yüzler romanında bir merkez yoktur, hatta bir çerçeve de çizilmemelidir; ama yine de Tolstoy’un o ünlü hikayesinde hani, “İnsana Ne kadar Toprak Lazım?” hikayesindeki gibi, ne kadar obur olsanız da bir doyma noktası vardır ya insanın, o doyma noktasını aşarsa beden (burada ise zihin) libidosunu kusmaya başlar. Celal Bey ile başlayan ve o kıyı kasabasında resim öğretmenliği yapan Ferhat ile onun güzel sanatlardan arkadaşı ünlü ressam Tahir’in de dahil olduğu varoluş- sanat ilişkisinin kendini gerçekleştirmek adına bu libidoya (psişik enerji deyin ister) nasıl hizmet ettiğini hissettiren cümleler, Tonie Kröger’in sanata yüklediği anlamla da yakındır:

“Sanat ruhun sefaletine dair farkındalıktan, benlikteki –asla kapanmayacak- boşluklardan ve –bu boşluların tutuşturduğu- insanın kendini gerçekleştirme arzusundan doğmaz mı?” (s.88)

Hatta biraz daha ileri gidelim, sanatta taklidin sınırları üzerine de bu üç kişi aracılığı ile yazar, yine Thomas Mann’ın uzun hikayesine göndermeler yaparak fikirlerini okurlarıyla paylaşır:

“Sanatı her zaman yeni şeyler keşfetmeye mecbur edemezsiniz. Bazen durmak ve geçmişi yeniden değerlendirmek gerekir.” (s.121)

-lV-

Romana zaman zaman dışarıdan dahil olan o alaycı ses, aslında senin de empati kurduğun bir dış sestir sevgili okur. Bazı şeyleri, mesela aşkı ve şiiri ti’ye alan bu dış ses, romanın bütününe teknik olmanın gerisinde bir yan unsur olarak hâkim iç konuşmalarda (monologlarda) üst-anlatıcının kendini hissettirmesini de kolaylaştırıyor. Ancak tabii Sahipsiz Yüzler’deki dış sesin kendi ile de alay etmesi, yazarın farklı bir bakış açısı oluşturması açısından dikkat çekiyor. Hatta karakterlerden Mehmet Gün, bir gölge yazar olarak kendi yazma şeklinden bahsederken bir nevi Sahipsiz Yüzler’in anlatım biçimi üzerine de bize ipucu veriyordur sanki:

“Deniz’in aksine Mehmet, kendini kahraman olarak görmez, içinde bulunduğu sahneye kamera arkasından bakardı, ama bu kadarla kalmaz, kamerayı da kadraja alan başka bir konuma yerleşir, ardından ölümlü bedeniyle aynı sahneyi paylaşan karakterlerin bakış açılarında ayrı ayrı gezinir, bütün perspektifleri tek düzlemde birleştirirdi.” (110)

Böylece dış sesin zaman zaman Mehmet Gün’e, bazen de yazara, yani Mehmet Erte’ye dönüştüğünü hissederiz. Bu dönüşümse bizi yine yazarın romanda altını çizdiği kimliklerimizi oluşturan –belki de gizleyen- maskelerimize götürür:

“Hepimiz bugünkü kimliklerimizi, geçmişte taktığımız ve halen takmakta olduğumuz maskelere borçlu değil miyiz? Sadece yalanlarla örsek bile maskelerimiz bize dair çok şey anlatmaz mı- dahası bizi dönüştürmez mi?” (s.87)

Üstelik insan, ahlak tanımaz id’inin etkisi ile hayvansallaşabilirken, ego’nun devreye girmesi ile süperegoya doğru bir yol alır ve böylece vicdan dediğimiz içdenetim mekanizması devreye girer ki, Sahipsiz Yüzler’in karakterlerinde bu üç itkinin de yansımalarını görürüz. (Aslı hariç; o, id’inin efendisi olmayı tercih ediyor sadece; en azından yazarın bize yansıttığı kadarlık kısmında; belki yolculuğunun romanda yer almayan ileri safhalarında Kaf dağının ardındaki süperegoya da ulaşmış olabilir, bilemeyiz) Maskelerse bizi kat kat sarmalayarak dış dünyanın tekinsizliklerinden koruyamasa da saklar.

-V-

Şimdi buradan, romanda oldukça geniş yer ayrılan efendi –köle ilişkisine doğru bir yol alalım birlikte sevgili okur.

Kilisede bir resim sergisi açan kasabanın resim öğretmeni Ferhat ile onun gençlik aşkı Aslı’nın ilişkileri üzerinden değinilir Hegel’in bu köle-efendi diyalektiğine. Bunun için romanın şimdiki zamanından geçmişe, Ferhat ile Aslı’nın üniversite yıllarına doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.

Mantığı devre dışı bırakan bir aşkın ve güvensiz bağlanmanın etkilerinin sonuçlarını görürüz bu ilişkide ve de tabii özbilince ulaşmak için sarfedilen yokuş yukarı bir gayreti…

Öznelik bilinciyle ilgili bir durumdur bu. Özbilinci idrak ederken karşısındakinde bu bilincin yansımasını görme ihtiyacı, kadın-erkek ilişkilerinde bedel ödeme cesaretini gösteremeyen köleye çevirirken, bu cesareti göstereni de efendi konumuna yükseltir. Üstelik sadece Aslı ile Ferhat’ın ilişkisinde değil, romandaki diğer karakterlerin ilişkilerinde de bunun yansımalarını görürüz az ya da çok.

Hegel’in efendi-köle diyalektiğine Aslı ile Ferhat’ın ilişkisi üzerinden yakın gözlükleriyle bakacak olursak; efendi, istediği kadar özgür olsun, sonuçta güç elde edebilmek için köleye ihtiyacı olduğunu kabul etmek zorundadır. Yani efendinin efendiliği, biraz da kölenin varlığına bağlıdır. Kölen kadar efendisin…Asıl acıklı olan ise kölenin gücünü fark edişinin, efendinin gücünün kendisinin var oluşuna bağlı olduğunu fark edişiyle başlamasıdır ki, bu durumda köle, her ne kadar efendinin tahakkümünden çekinse dahi, içten içe o bilince vakıf olduğunda özgürlüğün yolunu döşemeye başlar. İşte bu yüzden özbilinç, efendinin değil de kölenin kazancıdır.

Elbette bir köle iseniz, özgürleşebilmek için bedel ödemelisiniz. İşte Ferhat ile Aslı’nın ilişkisinde de köle konumunda olan Ferhat, bu bedeli ödemiştir; egosunu yenerek, geleceği parlak bir ressam adayı iken, bir kasabada sıradan bir resim öğretmeni olmayı seçmiş ve bu tercihi ile romanda kendini geçekleştirmeyi başarabilmiş belki de tek kişi olduğunu okura göstermiştir.

Sonuçta kendi kaderinin sahibi olamayan her kişi, aslında hayatın da kölesi değil midir sevgili okur? Tercih etme hakkını kullandığında sıçrama yaparsın ve kendi kendinin efendisi olursun, böylece efendi-köle ilişkisindeki o sessiz anlaşmayı de bozarsın ve kendini gerçekleştirirsin.

Şu hâlde kendini gerçekleştirme yolculuğunda, yolculuğun aslında hep kendine doğru olduğunu sezen ve “ben”i ile yüzleşme cesaretini gösteren her kişi, er kişidir vesselam…

Sahipsiz Yüzler romanı ise yoldaki işaretleri göstermiyor, sadece okura bir seziş kıvraklığı veriyor, o kadar;

Tam da olması gerektiği gibi…

FUNDA ÖZSOY E.

Mehmet Erte, Sahipsiz Yüzler, Yapı Kredi Yayınları,2023,150 sayfa.

1 Yorum “SAHİPSİZ YÜZLER”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir