BAZI KADINLAR VE ALİCE MUNRO

Alice Munro’nun Bazı Kadınlar adını taşıyan kitabında yer alan “Boyutlar” hikayesindeki Doree gibi psikolojik şiddet gören evli kadınların pek çoğu, bunun farkında bile değildir aslında.  Sadece kocalarının bakış açısıyla baktıkları için olaylara ve kendilerine, zamanla pasivize olurlar, hayatın dışında kalırlar. Zaten uysal karakterlerinden dolayı seçilmiş birer kurban olmalarına bir de hayatın kendisinden soyutlanmışlık eklenir, kendi başlarına karar veremezler, kocalarının fikirleriyle hareket ederler, bu fikirler kadının mantığına uymasa dahi itiraz edemezler.

 

                                                        -l-

Kadınlar gücünün farkına varana kadar çok zaman yitiriyor, çok yokuşlar çıkmak, engeller aşmak, gözyaşı dökmek zorunda kalıyor. Üstelik insanın yarası ruhundaysa, bütün uzuvları bu yaranın sızısını hissediyor.

“Homo homini lupus”… İnsan, insanın kurdudur denir ya sevgili okur, ama aynı zamanda ufkudur da insan insanın ve de yurdudur, hatta insan insanın şifasıdır aynı zamanda. Zira hayata anlam yüklemek kişinin kendi seçimidir. Mevlana’nın dediği gibi, nasıl bakarsan öyle görürsün.

Madem bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, size bir öğrenilmiş çaresizlik hikayesinden bahsetmek isterim, kahramanı şiddet mağduru bir kadın olan. Şiddet gösterenin dahi aslında en derininde bir şiddet mağduru olduğunu kabul edersek, bu hikâyenin aslında kadın- erkek, herkese ufuk olmasını diliyorum.

                                                        

                                                      -ll-

2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Kanadalı hikâye yazarı Alice Munro’nun Bazı Kadınlar adını taşıyan kitabında, çok basit diyebileceğimiz, sıradan kadın hallerinden yola çıkılarak oluşturulmuş evrensel boyutta hikâyeler yer alır. Böyle sade bir söyleyişle usta işi bir kurguyu birleştirerek her dem taze kalabilecek hikâyeler üreten birinin yeteneği karşısında şapka çıkarıyorsunuz.

Hele bir hikâye var ki bu kitapta sevgili okur, yazarın insanlık hallerini ifşa edişindeki o incelik, beni ilk okuduğumdaki gibi yine allak bullak etti! Bu yazıda sizinle özellikle o hikâyeyi paylaşmak istiyorum işte:

“Boyutlar” adını taşıyan bu hikâyesinde yazar, kadına uygulanan psikolojik şiddeti en ince ayrıntısına kadar anlatmış. Daha doğrusu her şeyi öyle açık seçik vermemiş de satır aralarına serpiştirmiş, sayfaların üzerine ise o şiddetin koyu gölgesini düşürmüş.

Hikâye, psikolojik şiddet gören kadın ruhundaki bu zedelenmeyi, çözülmeyi öyle ustalıkla anlatıyor ve bunu gerçekleştiren hastalıklı erkek ruhunu detaylarıyla öyle iyi veriyor ki, şaşkınlıkla karışık bir hayranlık duyuyorsunuz yazara karşı. Kitaptaki tüm hikâyeler son derece çarpıcı olmakla birlikte, özellikle “Boyutlar” hikâyesi, belki de bu konuyla zihnimin fazlasıyla meşgul olduğu bir zamanda karşıma çıktığı için beni böylesine etkiledi ve hafızamda hâlâ tazeliğini korumaya devam ediyor.

 

                                                  -lll-

Hikâyede on altı yaşında, lise öğrencisi bir genç kız var, annesi hastanede yatıyor, ameliyat olmuştur. Her okul çıkışı hastaneye annesini ziyarete giden Doree, orada annesinden birkaç yaş küçük hastabakıcı Llody ile tanışır. Şakalarıyla ve kendinden emin, güçlü yaklaşımıyla hastalar arasında popüler olmuş biridir Llody. Otoriter havasından ötürü insanlar onu doktor zanneder. Çekici biridir. Annesi bir gece emboli yüzünden ölünce, Doree de başka kimsesi olmadığı için annesinin arkadaşlarından birinin yanına sığınır.

Dünyanın her yerinde, şiddete meyilli bir erkek için en uygun kurban kadın profili: Kimsesiz, uysal ve karşısındaki erkeğe hayran.

Evlendikten sonra Llody, yaşadıkları yeri fazla kalabalık bulmaya başlar (onun fikirleri artık ikisinin ortak fikirleridir) ve ülkenin öteki ucunda, ismini haritadan buldukları bir kasabaya taşınır, kasabanın dışında bir yer kiralarlar. İşte bu, psikolojik şiddete eğilimli erkeğin ilk uyguladığı eylemlerdendir: Eşini tanıdık çevresinden uzaklaştırarak tamamen kendi kontrolü altında olmasını sağlamak, böylece kadına ayna tutabilecek bir çevreden onu mahrum etmek. Kadın, kendine hatırlatılan eksiklerini, ikide bir yüzüne çarpılan hatalarını daha çabuk kabullenebilsin, kendine güveni azalsın, erkeğin kontrolünde bir hayatın dışına çıkamasın.

Yedi yıl içinde üst üste üç çocuk sahibi olurlar. Llody, çocuklarının evde eğitim almalarını ister. Eşi gibi çocuklarının da sosyalleşmelerinden, zira çocuklar yeni bir çevreyle tanıştıklarında eşinin de bu yeni çevrenin bir parçası olacağından ve kendi kontrolünden çıkacağından çekinir. Yine aynı nedenle, karısının Maggie isimli o kadınla da görüşmesinden rahatsızlık duyar. Maggie’nin iki çocuğu da evde eğitim görür. Ancak onun çocuklarının sağlık sorunlarından dolayı böyle bir tercihte bulunulmuştur. Böylece haftada bir gün Maggie ve Doree, kasabadaki okula giderek, çocuklara evde uygulanacak müfredatı, ev ödevlerini alır ve bu arada haftada bir gün de olsa birlikte kasabada gezerler. Bu bile Llody’yi rahatsız eder, Maggie ile ilgili pek çok olumsuz yakıştırmalar yapar:

Llody’nin Maggie’ye kafayı takmamasını umut ediyordu Doree. …Eğer Llody, Maggie ile birlikte okula ve alışverişe gitmesine engel olursa, onun için çok zor olurdu. Ama en kötüsü, duyacağı utançtı. Bir açıklama yapmak için aptalca yalanlar söylemek zorunda kalacaktı.”

Zaten kocası çalıştığı işlerdeki insanları da sürekli eleştirir. Hepsi kusurlu, beceriksiz, kalın kafalı kişilerdir. Doree, bu insanların kocasının söylediği kadar kötü olmadıklarını düşünür, ancak ona karşı gelmenin bir faydası yoktur, susar.

Psikolojik şiddet gören kadınların pek çoğu, bunun farkında bile değildir aslında. Doree gibi… Sadece kocalarının bakış açısıyla baktıkları için olaylara ve kendilerine, zamanla pasivize olurlar, hayatın dışında kalırlar. Zaten uysal karakterlerinden dolayı seçilmiş birer kurban olmalarına bir de hayatın kendisinden soyutlanmışlık eklenir, kendi başlarına karar veremezler, kocalarının fikirleriyle hareket ederler, bu fikirler kadının mantığına uymasa dahi itiraz edemezler.

 Öğrenilmiş Çaresizlik Sendromu…

Ondan ne kadar usanmış olursa olsun, yine de hâlâ dünyada en yakın hissettiği kişiydi Llody, üstelik olur da birilerine Llody’un gerçek halini anlatırsa, ona sadakat göstermezse (kocasıyla aynı düşüncede olmamak bir sadakatsizliktir zira) her şeyin harap olacağını hissediyordu.”

 Doree’nin bir anlık öfkesine yenilerek evden çıkması, biraz soluklanabilmek amacıyla o gece arkadaşı Maggie’de kalması üzerine Llody’nin de onun evi terk ettiğini zannederek, karısını cezalandırmak için yaptığı o korkunç şeye bulduğu bahane bile aslında Llody’nin deli değil de narsist, kontrolcü biri olduğunun ispatıdır:

Her şey olup bittikten sonra polise verdiği ifadede ‘onları ıstıraptan korumak için yaptım,’ demişti.”

O gece üç çocuğunu da boğarak öldürür Llody ve bunun için de hayatındaki her olumsuz şeyde olduğu gibi karısını suçlar yine:

“…hepsi senin yüzünden oldu!”

Öğrenilmiş Çaresizlik sendromu öyle kolay kolay kurtulabileceğiniz, üstesinden gelebileceğiniz bir şey değildir. Kişiliğinizden ödün verirken, bunun pek çok bedeli olduğunu bile bile, yine de yakanızı kurtaramazsınız bu bağımlılıktan. Doree için de öyle olmuştur. Kocası deli teşhisiyle özel bir yere kapatıldığında dahi onu ziyarete gitmeye devam eder, hiçbir tepki göstermeden, yaptıkları üzerine onu suçlamadan, içindeki fırtınaları bastırarak, uysal olmayı sürdürerek. Kocası ise hâlâ kibrinden bir şey kaybetmemiş, hâlâ narsist, karısının hayatını kontrol etmeye çalışan, tahakküm edici yine. Ta ki Doree, üç otobüs değiştirerek gittiği bu ziyaretler sırasında meydana gelen bir trafik kazasına şahit olana kadar. O kazada solunumu duran gencecik bir adama suni teneffüs yapması, onu hayata döndürmesi, Doree’yi bir başka boyuta geçirir. Kendi başına bir şey başarabilmesi belki, bir hayatı geri kazandırabilmesi, Doree’yi de hayata geri kazandırır. Kocasını ziyaretten vazgeçerek yarı yoldan geri dönerken, artık yeni bir hayata, kocasının tahakkümünün olmayacağı sağlıklı bir hayata başlayacağının işaretlerini verir.

 

                                                     -lV-

Alice Munro’nun hikâyeleri, gerçek hayatın hayal kırıklıklarını, hüznünü verirken bile iyimserliğini yitirmeyen hikâyeler aslında. Rus yazar Çehov ve İngiliz asıllı yazar K. Mansfield’in hikâyeleri gibi. Dünyanın her yerinden okurun yüreğine dokunabilecek böyle güçlü hikâyeler, böyle güçlü kalemler varken; onca kötülüğe, şiddete, merhametsizliğe rağmen bizler de edebiyatın iyileştirici gücüne inanarak hayat karşısında hâlâ iyimser olmaya devam edebiliriz sevgili okur.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, birbirinin ufku olmayı başarabilen kadın-erkek, herkese kutlu olsun.

FUNDA ÖZSOY E.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir