Ruhu var gerçekten bazı yerlerin. Mesela iliklerine kadar tarih sinmiş coğrafyalar var. Adım adım her yerinde tarihî bir koku, bir tını ağaçlarının hışırtısında. Baktıkça yeni yeni yollar açılır önünde, kâh Arnavut kaldırımları kâh şose yollardan geçersin eteklerini süre süre. Kendini bazen bir antik tiyatro sahnesinde tirat atarken bulursun, bazen de elinde sancak dikmeye çalıştığın surların burçlarında. Bazı yollarda seni dönüşü olmayan sürgün yerlerine götürür.
Tarihi yüreğinde yaşayanlar için akıl ötesi bir oyundur bu adeta. Nereye götürdüyse yol o zamana aitsindir artık. Yoğurduysan zamanda kendini, tam içinde yaşamaya devam edersin o coğrafyaların. Bir de içerisine yaşanmışlıklar sinmiş mistik yerler var. Merdivenlerinden çıkarken savaştan dönen yorgun bir asker gibidir ruhun; bazen de alabildiğine iliklere kadar yaşanmış aşk ve sevginin, tatlı dokunuşlarıyla kanatlanmışçasına heyecanlı olursun bu yerlerde. Her eşyada bir mana ve gerçeklik hissedersin.
Tüm bunları anlatırken herkesin kendi içerisinde, ruhunun kıyılarında hissettiği bir mekânı vardır. Mesela bana göre Balat’ın Fener’e kadar varan yoludur böyle hissettiren. Vodina caddesi…
Tarihin en güzel yerinde çocukluk efsaneleri içerisinde büyümenin verdiği bir hissiyat mıdır bilmem ama insanın ruhuna dokunan naif bir yaşanmışlığı vardır Balattan Fener’e kadar uzanan yolun. Daracık yollarda, cumbalı evlerden hikâyeler dökülür önüne; hayalleri, umutları, coşkuları, sürgünleri, ayrılışları toplarsın. Sepetin doldukça dolar taşarcasına. Tam o esnada, inceden bir gramofon sesi, net ve berrak. Nevzat Yalaz. Sokaklar gibi naif ve aşı boyalı evler gibi rengârenk zaman yolcusu olursun bu sesle… Olacak ahhhhhh olacak… Kulaklara bir şenlik bir ahenk. Dönemin en güzel ritmisindir artık.
Agora meyhanesinin önünden kırmızı kiliseye kadar gidecek yolda ilerledikçe kendini bir sahnede sanırsın, bir orta oyunudur her yan. Kafeste peçeli kadınlar, mevkiide ince bıyıklı beyzadeler seyirdedir sanki. Önce Pişekarla göz göze gelirsin tarihi fırında vakur bir tavırla hal hatır sormalar en ağdalı sözlerle. Anasonlu peksimetini kese kâğıdına koyarken fırıncı, Kavuklu da yol arkadaşlığı eder, sağdan soldan haberler verir bağırış çağırış sana. İkisi arasında bir denge bir düzen; ayaklarındaki derman tükenene kadar yürürsün, ellerini Filistin Kilisesi duvarına süre süre… Yüzyıllar öncesine bir dokunuştur bu artık.
Dermanını tüketmeye hazır Kırmızı Kilise de ihtişamıyla seni izler, dünyanın en dik yokuşunda bekler gelmeni. Uzaklardan bakarken kiliseye, kubbesinde Moğol Hanı’yla evlendirilecek imparatorun kızının hüzün sinmiş silueti yansır duvarlarına. İşte o an Kırmızı Kilise kendi mitine yakışır, kanlı kiliseye dönüşür. Efsaneler kendi aurasını oluşturur. Hüzünlü prensesin yaşlarını silersin ipek mendilinle… Ve bir veda havası.
Sonra yüzünü Haliç’e çevirirsin, tarihin sularında yüzmeye başladıkça dalmak istersin derinlerine, haliç gibi içine çeker seni. Altın boynuzun efsaneleri karadan yürür tarihin çalkantılı dalgalarında. İşte o an güzelim İstanbul’un en muzaffer komutanısındır artık. Tüm caddeleri, sokakları, denizi sen olursun. Tarih yağar gökyüzünden saçlarına. Dokunduğun her eşya, gezdiğin her sokak sensindir aslında.
Eğer kendini kurtarabilirsen bu sarmaldan, dumanı üstünde Türk kahvesini tarihin lokumuyla meşk edersin damağında. Geleni geçeni, geçmişi, yaşananı ve yaşatılanı düşünürsün tekrar tekrar… Çünkü bir yeri anlamlı yapan yaşanmışlıkları ve sana yaşattıklarıdır hattı zatında…
Bahar Uzun Göztok
Harika cok akici bir dille yazilmis bayildim emeginize saglik
Çok duygulu ve akıcı bir anlatım
Oldukça duygulu duru bir anlatım. Kaleminize sağlık
Mükemmel Gerçekten çok iyi yazılmış, çok iyi ifade edilmiş.