SEVİNÇ ÇOKUM’UN KALEMİNDEN YENİ BİR HİKÂYE KİTABI: İLKİN KUŞLAR UYANIR

“Her şey biter, geriye yaşadıklarımızın tortuları kalır…”

-l-

Sevinç Çokum’un uzun bir süredir hikâyelerinden mahrumduk. Yeni kuşağın daha ziyade roman yazarı olarak bildiği ve Türk edebiyatında iz bırakacak güçlü romanları olan Sevinç Çokum, yazı hayatına hikâye ile başlamıştır aslında.

Onun hikâyeleri ile daha üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı okuduğum yıllarda tanışmıştım. İlk defa Mehmet Kaplan’ın Hikâye Tahlilleri kitabında yer alan “Yeniden Bahar Olsa” hikâyesini hayranlıkla okuduktan sonra Çokum’un hikâyelerinin peşine düşmüşlüğüm vardır bir zamanlar. Özellikle Eğik Ağaçlar kitabındaki hikâyelerin neredeyse her satırını ezberlemişimdir. Diyebilirim ki, bugün artık romanlarını severek okuduğum Sevinç Çokum ile tanışmamı, aslında iğne oyası gibi işlenmiş cümlelerle örülü o hikâyelerine borçluyum.

İnsanın zaaflarından kibrine, hayat karşısındaki onurlu duruşundan öfkesine, vefa duygusundan umut yolculuğuna nice hallerini derinlerine inerek işleyen, duygusu o gencecik yaşımda bana dahi geçen hikâye kitaplarına, içinde 6 hikâye bulunan İlkin Kuşlar Uyanır kitabıyla bir yenisinin eklenmesinden dolayı yazarın sadık bir okuru olarak memnuniyetimi belirtmek isterim, bu satırları yazarken sevgili okur.

Pek çoğumuz hayatı küçük adımlarla adımlarız. Hayatımıza girenler, hayatımızdan yolculadıklarımız, hepsi bu küçük adımların izleridir esasında. İlkin Kuşlar Uyanır kitabındaki 6 hikâye boyunca bu adımların bıraktığı izleri takip ederek hikâyelerdeki kahramanların hayatına sokulur, bilinçaltlarına sızarız biz de.

-ll-

Kitaba ismini de veren ilk hikâyede karşımıza çekirdek bir aile çıkar. Yazarın birkaç usta fırça darbesiyle hayat bulan, iki küçük çocukları olan bu ailenin peşine takılırız. Hastaneye gidiyorlardır, annenin nedeni pek de belli olmayan el ve ayaklarındaki şişlikler için. Hastaların isimlerinin çağrılmasının beklendiği koridorda beliren endişeli yüzler, her şeye rağmen çocuk olmanın sevincini beden dilinde yansıtan Yasemin ve Erhan -ki Erhan ağabeydir ve kardeşi doğduğundan beri daha az sevildiği düşüncesiyle zaman zaman mahzunlaşır- esmer yüzü hiç gülmeyen annenin az sonra ismi polikliniğin kapısındaki panoda belirdiğinde duyduğu heyecan, doktorun karşısında kendini yabancılaması -bambaşka bir dünyanın insanıdır doktor bey- küçük esnaf kocanın ailesine sahip çıkışındaki sıcaklık, bu dört kişilik ailenin bakış açılarından anlatılmakta. Hikâye boyunca, satır aralarında zaman zaman mart ayına vurgular yapılması ise önemlidir. Zira mart ayının akılları karıştıran o sulusepkeni, kahramanların duygusal iniş çıkışlarının izdüşümü gibidir. Ama mart ayıdır işte; cemreler çoktan düşmüştür, önce havaya, sonra suya ve toprağa; şimdi bahar kapıdadır. Kar serpiştirse de baharın gelecek olması umudu, üzerimizdeki ölü toprağını silkeler. Hayata tutunmakla vazgeçmek arasında gidip gelen, sonunda tercihini hayattan yana kullanan, yüzlerinde sıradanlığın muhteşem şiirini okuyabileceğiniz insanların güçlü yaşama içgüdüsüyle hayata evet demesi ise yazarın da hayata evet diyen iyimserliğinin zaferidir diyebiliriz:

“Mart böyledir işte, bir yandan ağaçlar tek tük çiçeğe koyulur, renkler rengini bir açar, bir koyultur.” (S.14)

Aynı hastane ortamını “Menekşe Çağı” hikâyesinde de görürüz. Bu sefer taşra kökenli değil de şehirli burjuva bir ailenin hayata bakışındaki yansımalar vardır hikâyede. Diğerinden farklı olarak özel bir hastanede geçer hikâye. Ama sonuçta değişmeyen aynı hastane kokusu, hasta iniltileri… Dışarıdaki yaşamı özler hikâyenin kadrajında olan Arzu ve bu yüzden hastaneler gurbet duygusu hissettirir ona. Babasının yanında refakatçidir. Anneyle dönüşümlü olarak kalınıyordur, hastayken huysuzluğu daha bir artan babanın yanında. Bu sırada onun 34 yaşında olduğunu, başından kısa ve mutsuz bir evlilik geçtiğini, popüler bir dergide çalıştığını öğreniriz. Ancak bu kültürlü, görgülü, hoş kızın bir eksiği varsa da tam olarak nedir, bilemeyiz, yazar dahi bilemez:

“… o noksan neyse, iletişiminde mi bir eksiklik, halindeki bir donukluk, yürüyüşündeki çekimserlik mi, bilemiyor, hayatı kırılmalarla sürüyordu hep.” (S.48)

Bazen öyledir işte, daha çocuklukta atılırken mizacın tohumları, bir şey, çok basit bir cümle, mesela evlerine girip çıkan, annesinin yakın arkadaşı Serap Hanım’ın söylediği ve Arzu’nun aklından hiç çıkmayan “Şans doğuştan varsa var, yoksa yok!” cümlesidir belki de onu hayata karşı böyle tutuk yapan.

Arzu’nun geçmişine doğru yolculuğu, gelecek üzerine kaygıları, otuzlu yaşların onda yarattığı tedirginlikler, hasta babaya refakati sırasında şimdiki zamana serpiştirilerek verilir. Her şeye rağmen içten içe yeni bir ilişki yaşayabilme umudu ise onun gibi hasta refakatçisi olan genç adam Deren’e beslemeye meyilli olduğu ve adını koymaktan çekindiği o duygu sıcaklığı ile hissettirilir okura:

“Hiç tanımadığı bu genç adamda ne bulduğunu bilmiyordu; çoğu zaman da böyledir yakınlaşmalar: Tanımsız, sadece birtakım hislerin harekete geçmesi.” (S.57)

Kasvetli hastane odalarından kafetaryaya kendilerini attıklarında birbirlerine açılmışlarken, özel hayatlarına dair konuşmaya başlamışlarken, üç günlük zamanda, Deren’in -annesinin taburcu edilmesi üzerine- habersizce gidişi, yeni bir hayal kırıklığıdır Arzu için. Ama yine de bir ışık belirir bir yerlerden. O ışık, hayattaysak hâlâ, kendini gösterir. Arzu da hikâyenin sonuna doğru, bunu hissediyor işte. O evhamlar, olumsuzluklar, sonbaharın, hastanenin ve Deren’in onunla vedalaşmadan ayrılışının çağrıştırdığı bitiş, ölüm ve hiçlik duygusunu sıyırır üzerinden, iyimser ben’ini giyinir:

“Saçlarını boyatmalı, menekşe çağı daha geçmedi. Eve git, aynaya bak, parlayacaksın diyor içindeki fısıltı… Hadi şimdi çiseleyen yağmurdan, korna seslerinden, şehrin bulutsu görünümünden umut topla! Kıpırtılı yapraklardan ve yüzüne değen okşayıcı rüzgârdan…” (S.65)

Her bitişten sonra yeni bir başlangıç gelecektir. Arzu’nun hissettiği bu başlangıç heyecanı, okurda da karşılığını bulur böylece.

-lll-

Kitapta insan ile hayvan arasındaki güçlü sevgi bağına göndermeler yapan iki hikâye var. Bunlardan “Gözleri Mürdüm”ü yazar, annesine ithaf etmiş ki, zaten hikâyenin anlatıcısı olan o annenin çocukluğuna bir yolculuk yapılıyor.

Anne daha 12-13 yaşlarındayken bir tosunu vardır. Hepimiz bir kedi, köpek, belki bir kuzu, bir at, bir kuş ile insanlar arasında oluşan sevgi ve şefkat ilişkisinin anlatıldığı hikâyeler okumuşuzdur da bir tosun ile yaşanan böyle bir bağlılığı garipseriz önce. Ama Sevinç Çokum’un sözcükleri, hayvan sevgisini öyle derinlikli verir ki, ineğin yavrusu olan tosun ile çocuk arasında oluşan o güçlü bağı biz de hissederiz hikâyenin akışı içinde. Daha çocuk olan anne, ona emanet edilen ve bir süre sonra onunla bütünleşen tosunu ile -adı Mürdüm’dür tosunun- sadece ikisine ait masalsı bir dünya kurar. Bu dünyanın içine girmek isteyenler Mürdüm tarafından kabul edilmez. Onun dilinden sadece küçük kız anlar, onun huysuz, delice hallerini ancak o idare edebilir. Ama küçük kızın ağabeyi, Mürdüm’ün bu otorite tanımazlığını, kendi kişiliğine bir isyan kabul ederek küçük kızdan habersiz onu satar. İşte anne, yıllar geçmiş olsa dahi, küçük bir kızın sevdiği, dostu bildiği hayvana sahip çıkamayışının suçluluğunu ve ağabeye duyulan kırgınlığı bir yara gibi hâlâ taşır yüreğinde:

“Seneler geçtikten, evlendikten, sizler dünyaya geldikten sonra bile köye gittiğimde hâlâ onu arardı gözlerim. Bir yerden sesini duyacak gibi beklerdim. Ormandan doğru koşa koşa yanıma gelecek sanırdım ve ağlardım.” (s.35)

Yazar, annesi tarafından anlatılan bu olayı, uzun yıllar belleğinde bir emanet gibi taşır ve artık anne hayatta değilken, bir hikâyeye dönüştürür. Böylece annesiyle beraber, onun çocukluğunu güzelleştiren Mürdüm’ün yaşamasını ister. Sözcükler, sevdiklerimize yeniden hayat verebilir zira; bir duyarsız yüreğin birbirinden ayırdığı insan ile hayvanı bir hikâyenin içinde buluşturabilir.

Diğer bir insan – hayvan sevgisinin işlendiği “Gökyüzü Karmakarışıktı” hikâyesinde ise insanın iyilik kadar kötülüğü de yüreğinde taşıyor olmasının, anlatıcıda yarattığı hayreti okuruz. İnsan tabiattan uzaklaştığında özbenliğinden de uzaklaşır demek ki. Hâlbuki tabiat uysallaştırır bizi, içimizde varlığını bir kımıltı gibi hissettiğimiz, şiddete meyilli o vahşi atı dizginler.

Hikâyenin bakış açısına rehberlik eden Selçuk Bey, bir coğrafya öğretmenidir. Kışın şehirde olsa da yazı, hatta zaman zaman okullar açıkken hafta sonlarını köydeki evinde geçirmeyi sever. Karısını kaybettiğinden beri küçük heyecanlara dahi ruhunu kapamış, içi de tenhalaşmış birisidir Selçuk Hoca:

“Bazen içi daralıyor, karısını hatırladığında. Unuttuğu bir gün mü var? Yine beraberler, hatta konuşuyor, yaptığı işleri anlatıyor.” (S.125)

Ama işte o doru at, yaralarına merhemdir sanki. Beyzade ismini yakıştırdığı atın resmini yapar, ona kendi elleriyle köy pazarından aldığı elmalardan ikram eder. Bu hikâye, insan ile at ilişkisinin merkezine yerleşen güçlü sevgiyi anlattığı gibi, bir maganda kurşunu ile hayatını kaybeden Beyzade’nin üzerinden öz dediğimiz o en derinimizde saklı olan mayanın bozulabileceğini, işte o zaman kendi yaşama hakkını başkasına tanıyamayacak kadar kötüleşebileceğimizin de altını çizer. Çizer ama kabullenmek de istemez bunu:

“Size kötülüğü olmayan bir canlının ölümü, öldürülmesi… Bu nedir yahu? Nasıl bir kötülüktür! Nasıl insanlıktan çıkıp başka bir şey olunur?” (S.162)

Ama iyilik kazanmalıdır. Hayatın bu acılarına dayanmalı, direnmeli ve iyi olanı önce zihnimizde canlı tutmalı ki, yazarın o iyimser bakışı hepimizi, tüm okurları sarıp sarmalasın.

-lV-

Kitaptaki hikâyelerden “İçe Kapanmış Goncalar” için duygusu bana en çok geçen hikâye oldu diyebilirim. İnsan naifliği ile sanata yüklenen anlam iç içe geçirilmiş olan bu hikâyenin kahramanı Rüya Atacan, adı gibi rüya misali, masalsı bir kişiliktir:

“Rüya Atacan… Radyodan yetişme, konservatuarlı ‘Sahnenin arkasında başka bir savaş var.’ sözüyle hatırlanan sanatçı.” (S.68)

Evet, o savaş, hem kendi iledir insanın -ki, iki güzel kız çocuğu, onu seven zengin ve kibar bir koca yetmez bu yüzden Rüya Atacan’a; kendini gerçekleştirme yolculuğunda, gönül verdiği sanatına ihtiyacı vardır- hem de sanatı ile toplumda saygı görmek için otorite saydığı kişilerledir.

Hikâyede Foto Dekor’un vitrininde duran, yıllar önce çekilmiş fotoğrafının çağrıştırdıklarından yola çıkılarak bu naif, yetenekli genç sanatçının bir günü anlatılır. O günün içine Rüya Atacan ile beraber pek çok kişiyi de yerleştirir yazar. Rüya Hanım, o akşam Tarabya’da bir yardım gecesine katılacaktır. Ağır konukların da olduğu, önemsediği o gece için hazırlık yapar. Elbisesini diken ve son provasını yapacak olan terzi Eftelya, onun çırağı Nükhet, saçını yapacak kuaför Yener, kumaş mağazasından en nadide kumaşı eski eşine hediye eden Melih Bey, menajeri Ferhat ve ona gizli gizli hayranlık besleyen, teknik üniversitenin mühendislik bölümünde okuyan Foto Dekor’un oğlu İlhan’ın gözüyle ilerler hikâye. Netice itibarıyla her birimiz kendi hikâyemizi yaşıyor olsak da dünya yolculuğumuzda, Jung’un eşzamanlılık teorisinden hareket edecek olursak, birbirine dolanıktır hikâyelerimiz.

Yaşanır ve biter hayatlar, o hayatların hafızalarda zamanla tozaran hikâyeleri. Yine de yazı kalır geriye. Yazarlar, belleklerimizin tozunu alırlar, şimdiki zamana taşınan, çoktan ölmüş bir rüya kadının masalını anlatarak:

“Her şey zamanında güzel; vaktinde ve ışığıyla. Bir bakıyorsunuz, bir devir kapanmış, artık geriye dönemiyorsunuz. Dönseniz de o şeyi, o tadı ve rengi bulamıyorsunuz.” (S.114)

Evet, bir devir kapanır, Rüya Atacan, fotoğraflarda duruk bir görüntüdür artık. Ama hayat devam eder, başka güzelliklere doğru yol alır, kitabın son hikâyesi “Gül Tutan Kız” da anlatılan.

“İçe Kapanmış Goncalar” da her ne kadar özel bir gün üzerinden özel biri anlatılıyorsa da kitabın son hikâyesi olan “Gül Tutan Kız” da ise çok sıradan ve her gün görmeye alışık olduğumuz insan hallerine vurgu yapılır, bir otelde servis elemanı olarak çalışan Utku’nun bir çalışma günü üzerinden. Ancak öyle bir an gelir ki, o sıradanlığın en dibinde, bir tortu halinde varlığını hissettiren; Utku’nun servis sırasında bir kızın büyüsüne kapılması, elindeki servis tepsisini devirmesi, bardakların kırılışı, işte o an’ın insanı çarpması… Gün biter, böyle bir günün esintisi kalır geriye; içimize, belki de özümüze işeyen o derin duygu, aşk da değildir bu, zamanın bir geçirgen an’ında bakışlara yüklenen anlam ile özetlenen, belki de kitaptaki altı hikâyeyi de özetleyen yazarın cümlesi:

“Her şey biter, geriye yaşadıklarımızın tortuları kalır…” (S.183)

O halde aslolan hayatın özünde saklı olan şiirdir. O şiiri keşfeden kişi, zaten sıradanlığından da sıyrılır ve her birimiz aslında Galip Dede’nin keşfettiği üzere birer “zübde-i alem” olduğumuz gerçeği ile göz göze geliriz.

O şiiri keşfetmek için iyimser bir bakış elzemdir.

İşte yazarın kaleminin bize hatırlattığı…

FUNDA ÖZSOY E.

 

Sevinç Çokum, İlkin Kuşlar Uyanır, Kapı Yayınları,2023,183 sayfa.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir