DÜNYANIN TONLARI 

“Ayıklayıp yediğim fıstıkların tadı damağımda kaldı. Dedemin sohbeti gibi. Dedem der ki; “Güzel söz, zehirli yemeği yağla bal yapar, kuzum. Ağzını güzel söze aç.” Dedem haklıymış.

Dünya yeni yıla girerken herkes için aynı dönüyor, ancak hayatlar ayrı yaşanıyor. Kimi zevkten ne yapacağını şaşırmanın arifesinde, saat on ikiye gelmeden demleniyor. Beklenen o ânı kaçırmamak için keçileri sağlam tutuyor. Havai fişekler atılıp, şampanyalar patladıktan sonra keçilerin yolları açık olsun! Yeni yıla “Merhaba!” Kimi içki kazanında, kimi kan havuzunda, kimi de enkaz altında… 

Dünyanın bir yüzü günü, diğer yüzü geceyi yaşar. Güneş bir yeri aydınlatırken diğer yerler karanlığa dalar; altı ay aydınlattığı ya da uğramadığı yerler var. Yaşam da aynı değil mi? Bütün insanlığın içinde toplumlar, onların içinde gruplar, aileler, bireyler; hepsi kendi aydınlanmalarını farklı yaşarlar. Aynı yerkürede, aynı zaman diliminde ama ayrı tonlarda bulunurlar.  

O tonlar arasında çocuklar var, önündeki yemeğe dudak büken. Çocuklar var; karınlarını doyurmak için çöp bidonlarını eşeleyen, belki parti sonrası atılan pastalardan tadabilmeyi ümit eden. Pahalı hediyeleri beğenmeyen çocukların attığı kutuları toplarken, içlerinden unutulmuş hediyelerin çıkmasını dileyen. Çocuklar var, yeni botlarını deneyen; bazıları ise onların eski botlarını giymeyi umut eden. Çocuklar var, çok yemekten hasta olup hastaneye yatan; çocuklar da var, aynı hastanede parasızlıktan deva bulamayan.  

Tüm dünya girdi yeni yıla, yeni ama farklı umutlarla. Kutlama yapmayanlar da vardı; alternatif olayları kutlayanlar da: Mekke’nin fethi, üç ayların girişi gibi. Ya da hepsini. O tonlarda yeni yıla girerken mütevazı bir eğlence gecesi yaşadı pek çok ev halkı. Bu, onlar için ailece bir araya gelerek yaşamlarını renklendirme isteğiydi. Kuru yemiş eşliğinde gazoz içip televizyon seyrederken aslında yıl yeniymiş, eskiymiş hiç de umurlarında değildi. Yıllar gelip geçerken değişen, çocukların boylarıyla büyüyen ihtiyaçlarıydı. İhtiyaçlara cevap verirken atlanan güzellikleri, hayatın yüzlerde oluşturduğu çizgiler anlaşılır kılar. 

Mütevazı evlerden birinin mütevazı kızı Ayşe bu çelişkiyi fark etti. Düşündü gece boyu, ne oluyordu? Bu gece erken yatması gerekmiyordu. Sevinçliydi: “Yarın okul yok, ödev de…” Yüzüne bir gülümseme kondu. O gülümsemeyle sofraya oturdu. Kuru fasulye, pilav, turşu… Karnını tıka basa doyurdu. “Anne!” dedi, “Televizyonda her sofrada hindi var.” Annesi duymazdan gelince, omuzunu silkip, hindiye olan merakını gizleyerek kendi kendine cevap verdi: “Aman, olsun!” dedi, “Annem de bu sefer fasulyeye et koydu.” Tabağını aldı, mutfağa götürüp geri döndü.  

Masanın toplanması bitti, ortadaki vazo yerine yerleşti. Biraz sonra fırında kavrulmuş kestanelerin önce mis gibi kokusu, sonra kestaneler geldi. Dışları sıcak olduğundan, yemeye çalışan Ayşe’nin elleri yanıyor ama soğumasını bekleyemiyordu. Üfleyerek açıp yemeye başladı. Geçen gece annesi haberleri seyrederken “Bombaların altında kavrulmuş çocuklar!” diyordu üzüntüyle vahlanarak. Kavrulmak, sıcaktı demek. “Ama içleri çok güzel. Çocuklar da güzel.” dedi idrak etmekte zorlanarak. Karnı biraz daha şişti. Karnını ovarken “Olsun, yine de ne gelirse yiyeceğim.” dedi. Sonra kalktı, tuvalete gitti. Geri geldiğinde kendini daha rahat hissediyordu.  

Karışık kuru yemiş ve gazoz vardı orta sehpanın üzerinde. Halıya oturdu, kendi payına düşen kuru yemiş tabağını aldı. Yere koydu. Babası, bu akşam tabakta olan kuru yemişleri genelde almazdı. Yaz akşamları çoğunlukla çekirdek çitlerlerdi. O yüzden tadını çıkara çıkara yemek istedi. Karışık tabağı ayrıştırmaya başladı. Üzümler, leblebiler, Antep fıstıkları, soslu mısırlar… Bunları tanıyordu. Okulda Yerli Malı Haftası’nda görmüştü. Farklı olanı öğrenmek için seslendi: “Anne, bu ne?”  Babası da baktı ve annesinden önce cevap verdi: “Kaju o, kaju. Sen ne yapıyorsun, oyuna çevirdin bu işi. Dökmeden ye!” Ayşe başını tabağına eğdi. “Neden oyun olsun?” diye mırıldandı içinden, “Hem oyun olsa ne olur ki?” Tekrar tabağına döndü. Büyüklerle anlaşmak zordu, o da kuru yemişlerle sohbete durdu: 

“Hey leblebi, sen boğazıma takılıyorsun. Tıpkı bana haksızlık yapıldığında boğazımda hissettiğim şey gibi bir şeysin. Pek de tatlı değilsin. Ben tatlı seviyorum.” Üzümü yemeyi denedi ağzı tatlanır ümidiyle. “Şimdi daha iyi oldu, tıpkı ağladığımda biri bana sarılınca her şeyin daha güzelleşmesi gibi. Biri bana sarılınca, boğazımda takılanı yutkunurum, geçer.”  

Sonra Antep fıstığına geçti. Diğerlerinden daha azdı, o yüzden açılmayanları görünce biraz kızdı. “Tıpkı babaannem gibisiniz. Ağzınız açılmıyor. Bak evde var ama burada yok, içeriden çıkmıyor. Günahmış yılın başı. Soruyorum; diğer başlar günah değilmiş, peki yılın başı neden günah? Cevap vermiyor, onun da ağzı sizin gibi kapalı.” Hem yemeye hem sohbete devam etti. “Ayıklayıp yediğim fıstıkların tadı damağımda kaldı. Dedemin sohbeti gibi. Dedem der ki; “Güzel söz, zehirli yemeği yağla bal yapar, kuzum. Ağzını güzel söze aç.” Dedem haklıymış fıstıklar. 

Sıra mısırlara geldi. Onun bildiği mısırlar gibi değildi bunlar. “Ben yazın haşlanmış mısır yemiştim. O başkaydı. Siz, yüzünde bir sürü boya olan teyzelere benziyorsunuz. Mısırsınız ama istediğim gibi değilsiniz.” Öğretmeni de makyaj yapardı ama boyaları ne ölçüde kullanacağını bilerek sürer, o teyzelere benzemezdi. “Ama o çok güzel.” dedi. “Tıpkı yaz mısırı gibi.” 

Sıra kajuya geldi. Onu tanımıyordu, hemen tatmak istemedi. Bu sene sınıflarına gelen bir Suriyeli, bir de Nijeryalı arkadaşlarını düşündü. “Onlarla da oynayamamıştım uzun zaman. Şimdi her gün beraberiz.” Ve kajuyu merakla attı ağzına. Gerçekten de çok beğendi. Yabancı olan mutlaka kötü demek değildi; bunu anladı bir kez daha. 

Uykusu gelmeye başladı. Sesler yükseldi, patlayan havai fişekler rengarenk ışıklarıyla geceyi geçici olarak aydınlatıyordu. Giden neydi, gelen ne? Şimdi ne değişti, bu çılgınca sevincin sebebi neydi? Uyku düşüncelerinden ağır bastı. Göz kapakları kapanınca dudaklarında bir gülümseme belirdi.  

Ayşe’yi uykuda bırakıp dış dünyaya dönünce değişen bir şey yoktu. Yılın ilk saatlerinde, karanlık sessizce hükmünü sürdürüyordu. Ortalama yaşamların yanı sıra, kimileri hâlâ şımarıklığın doruğunda, bazısı çöp başında, kimi enkaz altında, bazıları kan havuzunda… Hastane koridorlarında bekleyenler vardı. Çocuklar, tüm masumiyetleriyle büyüklerin kaderine ortak pozisyondaydı. Dünya ise, kendini sahte umutlarla avutuyordu. Kiminin derdi, kiminin nimeti… 

Mevlâna’nın dediği gibi: “Sanma dert sade sende var; sendeki derdi nimet görenler var.” Bir gün, havai fişeklerin yerine hayatta yaşananları sorgulayan Ayşeler karanlığı aydınlatacak. Yaratılış gayesini hatırlayan güzel yüreklerden sevginin ışığı yayılacak. Bu ışık yerküreyi aydınlatıp ısıttığında, işte o zaman yeni yılbaşları gerçekten kutlanmaya değer olacak. 

ZEHRA BURÇAK 

1 Yorum “DÜNYANIN TONLARI ”

Şemsi yücel için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir