MİHMAN CANLAR BİZE BAHARDA AÇAN GÜLLER GİBİ GELDİNİZ

“Yüzyıllar ötesinden günümüze türkülerimiz nasıl canlı kalabilmiş?” sorusunun yanıtı köy odalarıdır. Yüzyıllar ötesinde yaşamış halk ozanlarının ustalarının eserlerinin hâlâ canlı kalmasının da yanıtı köy odalarıydı.  

Anadolu’da konuğa mihman diye gelmişiz. İşin tasavvufi yönünü bir yana bırakalım. Anadolu insanına mihman gelince, gönülleri baharda açılan gonca güle döner. Mihmanla söyleşi tatlı, bal gibidir. Ya mihman sevgiliyse… Âşıklar hanelerine gelen mihmanları sevgi iye kucaklamışlar. Pir Sultan Abdal da öyle:  

Bize mihman geldi şad oldu gönlüm 
Mihman canlar bize safa geldiniz 
Kasavet kalmadı bahar yaz oldu 
Mihman canlar bize safa geldiniz 

Dua edin bize misafir gele 
Yavan yahşi yiyip yüzümüz güle 
Büyük küçük anı hep Hızır bile 
Mihman canlar bize safa geldiniz 

Misafir kapının iç kilididir 
Ev sahibi de anların kelbidir 
Misafir mihmandır mihman Ali’dir 
Mihman canlar bize safa geldiniz 

Kahrettiği yere misafir gelmez 
Çalışır çabalar ektiği bitmez 
Seğirtse de gitse menzile yetmez 
Mihman canlar bize safa geldiniz 

Pir Sultan Abdal’ım kayda verile 
Misafir kısmetin getirir bile 
Misafir mihmandır sen özün dile 
Mihman canlar bize safa geldiniz 

Mihman gelince günlü şad olanlardan biri de Şah Hatayî’di. Mihmanla birlikte kara kışta karlar yağarken bahar yaz olmuştu: 

Yine mihmân gördüm gönlüm şâd oldu 
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz 
Kar kış yağar iken bahar yaz oldu 
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz 

Misâfir aşk kapusunun dilidir 
Hızr’ı sev kim sâhibinin gülüdür 
Tanrı misafiri pîrim Ali’dir 
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz 

Bir eve kahr ola misâfir gelmez 
Çalınsa çırpınsa ektiği bitmez 
Çağırsa bağırsa bir ere yetmez 
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz 

Himmet eyle sen ki dâimâ gele 
Yavan yaşık bizim yüzümüz güle 
Büyük küçük anı hep Hızır bile 
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz 

Misâfir gelir ki kısmeti bile 
Misâfir Hızır’dır özrünü dile 
Hatâyî’m uğruyu tut ver gel ele 
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz 

Âşık Kul Yusuf, başkalarına sevgilinin mihman geldiğini ve gönülleri şad ettiğini, kendisine ise ayrılık düştüğünü söylüyor. Aşağıya aldığım bu güzel türküyü, Muzaffer Sarısözen, Kangal’da Âşık İlyas Güldibi’den derlemiş. Daha sonraları Ahmet Yamacı da bir küple noksanıyla Erzincan’da Hıdır Ersoy’dan derlemiş. Her ikisi de TRT repertuarında var:  

Şu benim divane gönlüm 
Gine hubdan hub’a düştü 
Mah cemalin şulesinden 
Çalkalandı ab’e düştü 
 
Kiminin mesken külhan 
Kimi derviş kimi sultan 
Kimi yâre olur mihman 
Fakir yârden cüda düştü 
 
İntizarım bak kelama 
Yârimden gelen selama 
Rüzigar doldu aleme 
Bana bad’ı saba düştü 

Felek birgün cana kıyar 
Bizi kabdan kaba koyar 
Kimi atlas libas giyer 
Yârdan bize aba düştü 

Kul Yusuf’um derki kemler 
Gözümden akıttım demler 
Benim çektiğim sitemler 
Yârdan bana caba düştü 

Yüzyıllar ötesinden günümüze gelelim. Kent yaşamının zorlukları, gönüllerin arzu etmesine karşın konukseverlik geleneğimizin zayıflamasına yol açtığı bir gerçek… Ancak Anadolu’muzun en uzak bir köşesine yolunuz düşerse, oralarda bazı şeylerin para etmediğini göreceksiniz.  

Anadolu insanı, konuğuna yemez yedirir. Kendisinin aç olduğunu size sezdirmez. Giymez giydirir, uyumaz uyutur. Bir sıcak çay, bir tas soğuk ayran, bir dürüm yufka ikram etmekten mutlu olur. 

Televizyonun, dizilerin insanları tutsak almadığı yılarda misafirlik ve komşuluk daha iç içeydi. Konuklara açılan odalar, uzun kış gecelerinde her çeşit ihtiyacı karşılamış, kültür hizmeti görmüştü. Gelen konuklardan, başka yerlerin haberleri alınırken, buraların haberleri de başka yerlere ulaşmıştı.  

Köy odaları, âşıksız da kalmazdı. Köy odalarındaki âşıklık geleneği ile ilgili bilgileri, ileride halk hikâyeleri geleneğini anlatacağımız seminerde anlatacağız.  

Köye âşıkların gelmediği günlerde, köy odalarında kitap okunurdu. Elbette öncelikle cönkler elden bırakılmazdı.  Bunun dışında Siyer-i Nebiler, Ahmediye, Muhammediye, Saadete Girenlerin Bahçesi gibi manzum hikâyeler, Battal Gazi, Köroğlu gibi destanlar, Kırk Vezir, Kırk Haramiler gibi masallar,  Hz. Ali’nin cenkleri gibi gazevâtnâmeler raftan indirilerek okunur, ertesi gün devam edilmek üzere tekrar rafa kaldırılırdı.  

Köye eğer bir âşık gelmişse, oda hınca hınç dolardı. Yolda, yaşta büyüklük sırasına göre oturulurdu ama, âşığın yeri odanın ortası, genellikle orta direğin dibi olurdu.   

Yüzyıllar ötesinden günümüze türkülerimiz nasıl canlı kalabilmiş sorusunun yanıtı köy odalarıdır. Yüzyıllar ötesinde yaşamış halk ozanlarının ustalarının eserlerinin hâlâ canlı kalmasının da yanıtı köy odalarıydı.  

Ölü aşından, düğün yemeğine, herfeneden sıra yemeğine, cem yemeklerinden suç yemeklerine kadar toplum hayatımızda önemi olan yemeklerin vücut bulduğu yerler de bu odalar olmuştur. 

Atalar, insanlar yaklaşa yaklaşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır, demişler. İnsanların konuşa konuşsa anlaşacağının kanıtı konuk odalarıydı.  

Ahmet ÖZDEMİR  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir