RAHMET KAPISI’NDAN GÖRÜNENLER

Kalemi kâğıdı hazırlarsın, yazmak istersin yaşadıklarını. Ve hatıralar birer birer başkaldırıp yürüyüşe geçer. Hatırına gelen ve üzerinde hatrı bulunan şeylerdir bunlar. Kimi zaman bir duygu, kimi zaman bir olay yahut bir kişi. Hepsinin üzerinde sen varsındır. Senin bakışın şekillendirir biraz da yazdıklarını. Senin pencerenden öyle görünmüş olabilir belki de olduğu gibi anlatmışsındır.

Bakarsın bir olaya dersin ki “Nasıl, bu dünyada kör olanlar kör olarak mı uyanacaklar şimdi!” Hakikatin bu dünyada görülmesi ile ilgili bir ikazdır o. Azametli bir nizam, tevhid merkezli müesseselerin orkestrasyonu ve ahenkli meşkini görmek ve duymak istersin. Bir kale ararsın. Dışarıda kıyamet kopsa emniyette olabileceğin bir yerdir aradığın. Bu bir tarikattir, gönül gönüle verebileceğin bir mürşittir yahut kendi kalbindir. Yola girmek, mücella aynalarda kendini görmek ve kalbinde sarsılmaz bir sükûnettir istediğin. Bunun için beden kafesinin kuşlarını hatırlarsın. Ayakları ve kanatları; kin, nefret, fesad, hased ve kibir gibi kötücül duygularla bağlanmış ve kafesine kapatılmış ruhun bilgisini öğrenirsin. Sana kalede; af, muhabbet, ülfet gibi eşsiz duygularla ruh kuşunu uçurmayı salık verirler. Âşık-ı şeydâ bir gönül müdür istenen. “Şeydâ gönlünü mutlaka birisi anlamalı idi” dersin ve anlar bulursun. Bilirsin ki “Yürek yanığını taşıyan nağme” öyle kalabildiğin müddetçe kaybolmaz.

Nasihat taşıyan söz başkası üzerinden söylenir: “12’ye çeyrek var, söyle babana namaza başlasın.” “Başına gelen olaylara bozulma ve tatsızlık çıkarma!” denir. Söyleyen bilir ki her şeyin bittiği bir dünyadayız ve oturduğun ihtişamlı yalılar da Azrail Aleyhisselam’ı bekliyor, onlar da ölecekler.

Hatıralarında yüzler belirir yazdıkça. “Ezelî ruh saltanatına sahip bu kadın” dersin İsmet Hanımefendi’ye. Yahut şahitlik eder biri “Yüzün senet” der yüzüne bakıp emin olmak neydi hatırlarsın.

Olumsuz bir hâli anlatırken incelikle “Elîm bir kaderi yerine getirip hapse girmişti” dersin. ElLatif olanın lütfunu zikredip “İhtiyaç kadar paranın gelip seni bulmasını” o günkü mutluluğu yaşatırcasına yazarsın. İnsan varlıkta mı yoksa yoklukta mı daha çok imtihandadır düşündürürsün okuyanları. Bir de âh çekersin herhangi bir sebepten dolayı geride bıraktıklarına bakınca: “Bildiğim bir şey varsa, her gün zedelemekte devam ettiği bu arkadaşlığı, o gün de bugün de acır dururum” dersin. Kim ne ettiyse onu bulur anlattıklarında.

Hatıraların koridorunda gezinirken çocukken bize öğretilen cümlelerin tertemiz zihinlere etkisini anlatırsın. Yolu veya kişileri kötülemek yerine düsturlara odaklanırsın. Çocukluğundaki bostan dolabını hatırlatıp büyüdükçe fark ettiğin kader dolabına dikkat kesilirsin. Kader dolabın âb-ı hayat ile doluyor mu diye sorgularsın. Okuru “Dolap niçin inilersin” sorusuna götürürsün. Buradaki mana ile birleşince “Niye elem edersin kaderdir bu” bakışını gösterirsin. Aşkın/ayrılığın derdi ile inileyen ya da şikâyet eden dolabı hatırlarsın. Şifanın bazen bir ocaktan el almış kişiyle gelmesine bazen de bazı insanların veya mekânların şifa olmasına vurgu yaparsın. Her şeyin bir ruhu olduğunu söylersin. Hatta Semiha Cemil Hanım ile ilgili “Ruh-u mücerred bir hanımdı.” diyerek sadece ruhtan müteşekkil bir insan betimlemesi yaparsın.

Satırların arasında hep bir arayış vardır. İnsanın insan arayışını, anlam arayışını, hakikat arayışını, kendini ve Allah’ı arayışını anlatırsın: “Her ruh, ezel âleminden dünyaya fırlatılıp atılmış kendi manasını, o aşk ve iman topunu burada, nâsut (görünen) âleminde arayıp, tekrar kaybına kavuşmak üzere bu âleme gönderilmiş değil miydi?”

Yine hatıraların şahitliğinde Allah’ın esma ve sıfatlarının tecelli edişini, “Gördüğüm Allah” misali üzerinden dikkatlere sunarsın. Sığındığın kalenin ana hedefi nihan olanı aşikar etmektir. Kalp, Allah ile dolmalı ve oradan sonu gelmez eserleri görünmelidir. Bu güzelliği anlatırken de Hazreti Ali’ye isnat edilen “Görmediğim Allah’a secde etmem” hakikatinden yola çıkarsın. Çünkü kıyamete kadar sapasağlam duracak bir kale de O’dur. (Kerremallahü veche)

İnsan, kendini aldatmak hususunda pek mahirdir diye iç geçirirsin. Bu biraz da kendinle ilgilidir. Düşünür ve sorarsın: “O Rahmet Kapısı’ndan, dünyaya devamlı bir ses gelir: “Her şeyin düzelmesi, insanın kendi düzelmesine bağlıdır,” diye… Acaba duyan var mı? Hiç sanmam. Olsa, yeryüzünde bu nifak, bu gaddarlık, bu riyâ, bu çekişme, bu ihtiras, bu vahşet, bu zulüm, hele hele bu gaflet kalır mıydı? Bir garip yıldızın üstündeki kısacık ömrümüzü, türlü kesret zaafları, hırslar, yalanlar, riyalar, kinler, kibirler, gururlarla berbat edip kirletirken, dünya dediğimiz bu yıldıza niçin gönderildiğimizi acep neden hiç düşünmeyiz?”

Misaller getirirsin. Piyango ve şans oyunlarından zengin olanların başına gelenleri zikredersin. Tıp ahlakı olmayan doktordan bahsedersin. Korku gibi engelleyici nedenler ortadan kalkıp fırsatını bulduklarında zulmetme yolunu seçenleri, çalacağım diyen komiseri ibretle anlatırsın. Valinin döktüklerini toplayıp kendisine geri veren kahyayı unutamazsın. Anlattıklarında iyiler ve kötüler bu dünyada cezalarını bulurlar.

Hemen hemen her hatıratta olduğu gibi nesebini ifade edersin. Doğduğun evi, geniş ailedeki kişilerin özelliklerini net bir şekilde verirken, hür adam yetiştirilmesi hususunu canlı bir terbiye tablosu üzerinden anlatırsın. Bunu anlatırken hasep nesep değil ruh bağının önemli olduğunun altını çizersin. Ve yine sokağın, cemiyetin değişip alışılagelen ahengin bozulması ve içtimai şuurun dağılması konularını da işlersin.

“Ağabeyim” Ekrem Hakkı Ayverdi üzerinden tarih ve estetik şuurunu verirsin. Sevgi dolu, himayekâr ve dost bir yürektir o. Hak rızası kul rızasının üstünde tutulur, Sava ile Tuna nehirleri kucaklaşır, ecdad yadigarı beldeleri bir turist gibi gezmekten ar edilir, Osmanlı coğrafyası belge ve fotoğraflarla zihne de nakşedilir. Estergon kal’asında namaz kılınır. Yaratılış mayasına konulmuş estetik duygusu güzel ile çirkini ayırt etme yetisi daha çocukluk yıllarında belli olur. Ezanın kötü okunduğunu duyan bu çocuk “Bu müezzini hapsetmeli” deyiverir.

Aileler resmedilir hatıralarda. Varlıklı yahut fakir ailelerdir bunlar. Kimi yeni çıkan herhangi bir nimetin ilk defa kendilerine uğradığı evler. Okurun yalı, köşk ve konak üçgeninde görüp sorduğu “İnsan varlıkta mı yoksa yoklukta mı daha çok imtihan edilir?” sorusu biraz cevap bulur. “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim” düsturunu bilenleri zikredersin. Şifahi kültürün yetiştirdiği sıradan insanların büyüklüğünü görürsün. Herkes bahtı ile yârdır bu anlatımda. Herkesin kendi mevki ve konumuna razı olduğu hatta övdüğü zamanlardır.

Yine ailelerde “Kaza gelince göz kör olur” hadisinin tesellisini ve hakikatini gösterirsin. Evlatlarımın istikbalini ben temin ettim sözünün ne kadar yanlış ve cahilane olduğunu vurgularsın. Allah’ın lütfu olmasa kimin kudreti yeter ki zaten. Şevkiye Hanımefendi gibi mal mülk açısından düşmüşlere özel hürmet göstermek de sünnettir hatırlatırsın. Varlıklarında etekleyenler, yokluklarında itekleyenlerden olmamak gerektiğini söylersin. Bilirsin Firavun’un eline verilen fırsat sana verilmiş olsa belki de bin beter olurdun. Aracı vasıtasıyla nişanlanan kimsenin hikâyesini anlatırken, aracı ile nişanlısının evlenip uzaklaşmasını şayan-ı nefret bir insandı diye anlatırsın. Dini müesseselerin kapanması esnasında nasıl yağma edildiğini adeta kapanın elinde kaldığını hatırlatırsın. Ve okuru uyarırsın: “Bütün bu zincirleme hayat hikâyelerini onları tâyip etmek (Ayıplamak) için anlatmıyorum.” Kişi değil hadise ya da harekettir mevzubahis edilen.

Hatıraları anlatırken eşya ile de bağ kurarsın. Konsol saatin lâhutî (ilahi) ve semavî sesini duyarsın. Kütüklerin, külhanda yanarken son hayat maceralarını yaşamalarını izlersin. Camekân senin için cemmekândır.

Hatıralar hayatın içinden demiştik. Yemek yapmayan Fatıma Hanım’ın ancak kendisine yemek pişirtmeyecek bir varlıklı kimse ile evlenebileceğini söyleyerek taliplerini reddetmesini, Pazarola Hasan Bey’in eczanelere bereket dilememesini, Fevzipaşa caddesindeki “Yeşil şemsiyeler” diye vasıflanan çınar ağaçlarının kesilmemesi için yapılan mücadeleyi okursun. Ve içinden dersin; açılan her dükkan veya işyeri aslında bir duadır aynı zamanda. Ağaçların kesilmesinden sonra oluşan kuraklık aslında gereksiz ve hatta zalimce ağaçları kesenlerin gönlündeki kuraklıktan dolayı oluşan bir durumdu. Hele ağaç ve bahçeler ile ilgili çalışma yapmak için kurulan kurumun başındaki mühendis başkanın tek yaptığı işin kendi evinin yanına bahçe açtırmak olduğunu anlatırsın ve eklersin aşk ile cilalanmayan gönül sadece kendini düşünür. Ve bu insanın içindeki olumsuz hâl; sokağına, şehrine, ülkesine hatta dünyaya yansıyordu.

Ve hatıraların bir yerinde de müşterek imandan gelen birliğe atıf yaparsın. Hint ve Afrikalı Müslümanların İstanbul halkı ile kaynaşması sonucunda işgal devletlerinin onları ülkelerine geri göndermesini aktarırsın. Çin’de bir camide ilahiler okunmasını anlatırken Itrî’nin tekbir ve salât-ı ümmiyeyi bestelemesi sonucu ümmet coğrafyasındaki birliğe hizmetini yâd edersin. Bir siyahînin yüzündeki nuru görenlere selâm edersin.

Rahmet Kapısı’nı açıp hatıraların içlerine girenler incelikli bir anlatım bulur cümlelerde. Ve yine incelikli bir kalp ile ruha sahip olmak için neler yapılması gerektiğini, anlatılan olay ve karakterler üzerinden anlamaya çalışırlar.

Mücahit Kocabaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir