GÖKKUŞAĞI-ÇOCUKLUĞUM, III

Hele yağmur yağıp gökkuşağı çıkmışsa, gökkuşağını kovalamak için çılgınca bir çaba içine girerdik.  Çünkü bir masal söylencesi olan “Gökkuşağının altından geçerseniz erkek iseniz kız, kız iseniz erkek olursunuz.” sözüne inanırdık.

– Çocuk, neredesin?

Seslenen annemdi. Ama ona cevap veremezdim. Çünkü “Çıkma.” Dediği ağacın tepesindeydim. Yaprakların arasına iyice saklandım. Hiç kıpırdamadım. Beni görmemesi için elimden geleni yaptım. Nefesimi tuttum. Bulunduğum dala iyice yapıştım. Yaprakların aralarında küçülebildiğim kadar küçüldüm. Çabalarım boşa gitmedi.  Annem beni göremedi.

– Allah kahretsin, gene yok! Kim bilir nerde, ne muzırlık peşinde…

Diye söylenerek bahçeden eve doğru yürüdü. İnile çıkıla bazı yerleri aşınmış beş altı taş basamaktan bana olan kızgınlığını çıkarır gibi sertçe çıktı. Sağa sola bakındı. Yaprakların arasına iyice gömüldüm. Evin kapısının önünde duran amcamın benimle yaşıt olan kızına beni görüp görmediğini sordu.

– Şennur, bizim kızı gördün mü?

– Görmedim yenge.

Deyince ben nefesimi bıraktım. Tehlike geçmişti. Artık uzunca bir süre annem beni aramazdı. Neden mi anneme cevap vermedim. Eğer anneme cevap verseydim, bu benim birkaç saatime mal olurdu. Çok önemli işlerim vardı. Deredeki kurbağa yavruları, yani kepçeler beni bekliyordu.

Kepçeler var ya sahiden kepçe gibi. Sapı var, sapın ucunda yayvan dairemsi bir görünüş. Dairenin iki yanında patlak gözler. Kurbağanın yumurtadan yeni çıkmış yavrusu. Ellerini derenin buz gibi suyuna daldır, avuçlarını birleştirerek kepçeleri içine al ve ellerini sudan çıkar. Avucunda kaç kepçe var acaba? En çok olan kazanır.  Bu oyunun adı ne mi? Kepçe yakalama oyunu. Ama hiç bir kepçeye zarar verilmez. Saydıktan sonra hemen dereye bırakırdık kepçeleri. Biraz büyüyüp kurbağa olunca hiç ilgimizi çekmezlerdi çünkü kurbağaları sevmiyorduk. Sebebini bilmiyorum. Sevmiyorduk işte.

Bahçenin kenarındaki dere, en keyif aldığım yerlerden biriydi. Ağaçtan inip o sene öğrendiğimiz bir okul şarkısını tutturarak dereye yöneldim. Dağlardan gelen buz gibi kar suyuyla ayaklarımı yıkadım. Derenin neresinde su kaynağı var, neresinde kurbağa yuvaları, hepsini bilirdim. Susadığımda eve gitmek olmaz. Gözelerden buz gibi suyu içer, oyuna kaldığım yerden devam ederdim.

Evimizin önündeki küçük bahçe ile birkaç kilometre ötedeki yukarı bahçeye dereden giderdik. Bu dere yolu bizim için şose yoldan gitmeye göre daha eğlenceliydi. Yaz olduğu için suyu azalan derenin boyu ayak bileklerimizi geçmezdi. Yani boğulma tehlikesi arz etmezdi biz çocuklar için. Sert adımlarla dere içinde yürüyerek kendimizi ıslatırdık. Bazen de birbirimizi ıslatarak sıcak yaz günlerini serin bir şekilde geçirirdik. Islanınca kurumak dert değildi. Güneşe çıkıverdik mi yarım saat içinde kururduk.

Babaannemin anlattığına göre evimizin önündeki bu bahçe, zamanında bahçe değilmiş. Dere yatağıymış. Ta muhacirlik zamanında (O zamanlar muhacirliğin ne olduğunu bilmiyordum.) çekilen sıkıntılar bitip de terk etmek zorunda kaldıkları memleketlerine döndüklerinde; dere yatağı olan kumluk, yer yer irili ufaklı taşlarla dolu, üzerinde bir tane bile ağaç bulunmayan araziyi satın alıp başlamışlar çalışmaya dedemle babaannem. Yıllar süren çabalar sonucunda o dere yatağı bu bahçe olmuş. Çocuk gözümle ölçüp biçip çok büyük olduğuna karar verdiğim bu bahçenin her yerine girilmez. Girilse de gizlice, kaçak kaçak girilen bir masal ülkesi.

Dedeciğim torunlarına çok düşkündü. Torunları yaz tatilinde gelecekler diye ilkbaharda inek alıp sonbaharda satacak kadar bize düşkün bir dede. Taze süt içmemiz için bu gerekliydi. Her sene başka bir inekle karşılaşırdık. Biz çocuklar o ineklere isimler koyardık. Bir sene “Sarı Kız”, diğer sene “Nazlı”, başka bir sene “Karam” hatırladığım isimlerdi. Onlara biz fazla yaklaşamazdık ama amcamın oğlu ineğin önüne uzanırdı. İnek de Alper’in başını kendi yavrusuymuş gibi yalayıp saçlarını ıslak ıslak yapar, başına yapıştırırdı.

Yazdan yaza memlekete gittiğimizde amcalarımın çocukları ile bir araya gelirdik. Epey kalabalık olurduk,  birçok yaramazlığa imza atardık. Büyük kuzenler bizi aralarına katmaz, biz de küçükleri oyunlarımızda istemezdik. Ama yaşıt kuzenler oyunun gözünü çıkarırdık.

Dedemin gözü gibi baktığı bahçeden eve girmez; hatta bahçeyi talan ederdik. Ancak dedemin kızdığını hiç görmezdik. Sadece ağaçlara zarar verirsek yüzü asılırdı. Zaten gittiğimiz gün bize bahçeyi gezdirir:

– Şu ağaca dokunmayın, henüz meyveler olmadı.

– O ağaçtan istediğiniz kadar yiyin.

– Bu zerdalinin üst dallarındaki meyveleri öğlen sıcağında yemeyin. Sonra güneş çarpar.

Gibi talimatları olurdu.

Çocuklarını ayırır mıydı bilemem. Çünkü dikkatimi çeken bir durum olmadı. Ama torunlarını denk tutan bir dede. Büyüğü küçükten, kızı erkekten ayırmazdı.

Kahvaltılarda yer sofrasına torunları ile otururdu. Delikanlısı, genç kızı, çocuğu hep bir arada. Menekşe rengi içinde kahverengi hareleri olan gözlerini açarak:

Bu arada dedemin gözleri çok güzeldi. Neden çok güzeldi biliyor musunuz? Dedem bizleri öpmeye bile kıyamazdı. Gözleriyle severdi. Yanaklarımızı iki avucunun arasına alır gözlerini gözlerimize diker, öylece bakardı, ama nasıl bir sevgiyle bakmak anlatılması mümkün değil. Onun için dedemin gözleri dünyanın en güzel gözleriydi benim için.

– Kim deste başı, diye sorardı.

Bu soru her gün sorulurdu. Ben ben, çığlıkları arasında parmak kaldırırdık hevesle sorunun cevabını kesinlikle bilen bir öğrenci edasıyla. Küçükler en önce parmak kaldırmak derdinde, büyükler bir şeyler biliyormuş gibi kıs kıs gülerek aldırmaz bir tavırla.

Dedemin işaret parmağını uzatarak “Sen kaldırdın.” Demesini hepimiz heyecanla beklerdik. Zihinden kurulmuş bir sıra ile her gün birimiz parmağımızı önce kaldırmış olurduk. Parmağını erken kaldıran o gün kahvaltıda dedemin yanına oturmak şerefine erişirdi. Bu, biz torunları için muhteşem bir hediyeydi.

Kahvaltıdan sonra herkes mutat işinin başında. Dört elti (annem ve üç amcamın hanımı ) bir arada, ev işlerini bitirdikten sonra dedikodu çarkını işletirlerdi. Oturma odasının camsız tahta kapısı kapatıldı mı anlayın ki gizli bir şeyler konuşulacak.

Dört kardeş ( babam ve üç amcam) şehre arkadaşlarını görmeye giderlerdi.  Şehre diyorum, çünkü; evimiz şehrin girişinde, merkeze biraz uzakça bir evdi. Bir kilometre kadar toprak yoldan yürüyerek köprü başına gelinirdi. Tahta köprü geçilince asfalt yola çıkılırdı.  O zamanlar en çok kullanılan ulaşım aracı olan minibüse binerek şehre giderlerdi amcamlar ve babam. Toprak yolun sağında ve solunda bakımlı bahçeler vardı. Zümrüt renkli çimenler arasından bembeyaz papatyalar, mor yabani sümbüller başlarını uzatmış gelip geçeni seyrederlerdi sanki. Bahçelerde çeşitli meyve ağaçları vardı. İstediğimiz bahçeden istediğimiz meyveyi alabilirdik. Çünkü bahçe sahiplerinin hepsini tanıyorduk. Ya dedemlerin komşusuydu ya da akrabaydık o bahçe sahipleriyle. Canımız çekerse mürdüm eriklerini, öbür bahçeden Erzincan elmasını, az ilerden çilli sapsarı kayısıları, gözünüz kaldıysa çiçeği burnunda salatalıkları sahiplerine sormadan alabilirdik. Komşularımız bilirlerdi ki biz çocuklar meyve ağaçlarına asla zarar vermez, ihtiyacımız kadar meyve alır ve yerdik.

Dedem, ekmeğini bahçesinden kazanırdı. Bütün sene emek verdiği meyvelerini mevsimi gelince toplar, satar; senelik nafakasını çıkarırdı. Dedem sabah namazına kalkar, bir daha yatmazdı. Sabah serininde herkes yatarken o, bahçesine iner, büyük bir keyifle çalışmaya başlardı. Elmalarını, armutlarını toplarken sanki onları incitmekten korkardı. Dalından kopardığı meyveleri büyük bir özenle sandıklara dizer, küçük ev dediğimiz evimize bitişik depoya istiflerdi.

Bizler için bahçemiz güzel bir oyun alanıydı. Her gün çeşit çeşit oyunlar icat ederdik. Bu oyunlar bir gün dere kenarındaki balçık çamurla ev eşyaları yapıp güneşte kurutarak evcilik oynamak,  başka gün iki gruba ayrılıp elmalarla savaş oyunu oynamak, başka bir gün dağlarda bulut kovalamak olabiliyordu.

Derenin çamuru ile yapılan ev eşyaları el becerilerimizi geliştiriyordu. Yaptığımız tabaklar, sobalar, bardaklar her sene biraz daha güzel oluyordu. Evcilik oyunumuzun baş malzemeleri bu eşyalardı. Erkek kuzenler eşyaların yapım aşamasında bizlere yardım ediyorlar; ancak tabiatları gereği evcilik oyunlarımıza katılmak istemiyorlardı. Kızlar olarak evcilik oyununu severek oynuyorduk. Meyveleri çamurdan yapılmış tabaklara koyup yemekle ilgili marifetlerimizi sergiliyor, birbirimizden yemek tarifleri alıyorduk.

Bulut kovalamayı çok seviyorduk. Gökyüzünde hepimiz kendimize bir bulut belirleyip onun altında duruyorduk. Bulutun gittiği yöne göre biz de koşarak ona yetişip tekrar altında durmaya çabalıyorduk. Bu oyun zorlu bir oyundu.  En büyük mesele bulut bulmaktı. Çünkü yazın gökyüzü çoğunlukla bulutsuz ve masmavi oluyordu. Ara sıra pamuk şekeri gibi bulutlar ortaya çıkıyordu. O zaman değmeyin keyfimize.

Bulut kovalarken başımız yukarılarda, önümüze bakmadığımızdan ayaklarımıza dikenler batar, taşlarla hemhal olan ayaklarımız yara bere içinde kalırdı. Ama aldıran kim? Geven denilen bir diken kümesi vardır. Hani kovboy filmlerinde gördüğümüz, rüzgârlı havalarda sokaklarda dönüp duran top gibi bir diken. İlkbaharda güzel, minik, pembe, sarı, beyaz çiçekleri olan; yazın kuruyup diken haline gelen geven. Dağlar gevenlerle dolu. Başımız havaya bakar şekilde, ileriye koşarken ayağımızın takılmasıyla geveni kucaklamak, geri geri giderken gevenin üzerine oturmak ihtimali hiç uzak değil. Kucakladığımız veya üzerine oturduğumuz dikenler bizlerin unutamayacağımız acılar hissetmemize sebep oluyordu. Ama ne bunlardan şikâyet ederdik ne de oynadığımız oyunlardan vazgeçerdik.

Hele yağmur yağıp gökkuşağı çıkmışsa, gökkuşağını kovalamak için çılgınca bir çaba içine girerdik.  Çünkü bir masal söylencesi olan “Gökkuşağının altından geçerseniz erkek iseniz kız, kız iseniz erkek olursunuz.” sözüne inanırdık. Bunun gerçekliğini test etmek isterdik. Bütün çabalarımız boşunaydı.  Gökkuşağı bizden hızlıydı. Bir türlü yetişemezdik.

Akşama kadar amcamın çocuklarıyla bahçenin o köşesi senin bu köşesi benim koşturuyor, koşturuyorduk. Yorulunca eve gitmiyor bir ağacın gölgesine uzanıp biraz dinleniyor, sonra yine koşturmaya devam ediyorduk. Hatta bu dinlenme işini bazen ağaç üstünde yapıyorduk. Bahçenin hemen hemen ortasına denk gelen yerde ‘eşek elması’ denilen bir elma ağacı vardı. Çevresini üç çocuk el ele tutuşunca ancak kavradığımız bir elma ağacı. Acaba neden eşek elması? Daha sonraları babama sordum.

– Cinsi o. Dedi.

Hepimizin o ağaçta bir dalı vardı. Yorgunluktan bitap düşünce herkes kendi dalına çıkardı. Dallarımıza yüzüstü uzanıp kollarımız ve bacaklarımızı dalın iki yanından sarkıtarak dinlenme pozisyonuna geçer, tatlı bir sohbete koyulurduk.

Sabahtan akşama kadar meyve ağaçlarının altına bazen rüzgâr sebebiyle bazen kuşların gagalamasıyla meyveler dökülürdü. Dedeme yardım etmek amacıyla akşamüstü yerlere dökülen elmaları toplardık. Dedem elmaları dilimleyip ineklere yedirirdi, sütleri lezzetli olsun diye.

Ağaç altlarına dökülen elmaları topladıktan sonra hemen hemen her gün oynadığımız bir oyunumuz vardı. Biz buna savaş oyunu derdik. Elmalar iki gurup halinde yığılırdı. Bizler de iki grup olurduk. Topladığımız elmaları taş gibi birbirimize atardık. Bazen elimizle gözümüze kestirdiğimize nişan alarak elmayı savururduk. Bazen küçük elmaları sapanla fırlatırdık.  Taş derken abartmıyorum. Elma çarptığı yerde taş etkisi yapıyor ve nereye çarptıysa orayı morartıyordu. Atma konusunda hiç şakamız yoktu. Olmaz bir yere gelir de karşıdakinin canını yakar mı diye düşünmezdik. Acırsa acısın, morarırsa morarsın. Önemli olan şey galibiyetti. Ama kim galipti? İşte orası muamma. Oynadığımız en manasız oyun bu idi galiba. Ama toplayıp dağıttığımız elmaları tekrar toplar, dedemin dilimlemesine hazır hale getirirdik.

Sabahları annem tarafından seçilmiş kıyafetlerimizi giyerdik. Annem ablamın omuzlarından aşağı dökülüp beline kadar uzanan saçlarını özenle tarar, örerdi. Benim saçlarım kıvır kıvırdı, tıpkı zencilerin saçları gibi. Annem saçlarımı tararken ciyak ciyak bağırmamdan o kadar yılmıştı ki ablamın saçlarını tararken gösterdiği özeni benim saçlarıma sıra gelince göstermiyordu. Onu canından o kadar bezdirmiştim ki zaten benim saçlarımı uzatmıyordu da. Hep erkek saçı kadar kısa kestirilmiş saçlar. Taransa da taranmasa da aynı görüntüyü veriyor.  Ablamın, sabah evden çıkarken yanaklarının iki yanından sarkan sıkı sıkı örülmüş örükleri vardı. Akşam eve gelirken saçların düzeni bozulmuş,  örükler dağılmış, örüklerden firar eden saç tellerinin ucuna günün yorgunlukları yerleşmiş olurdu. Benim saçlarım ise sabah nasılsa akşam da öyle. Kıvır kıvır…

Yasemin Yıldırım

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir