-l-
Büyük yazarların bir özelliği de çocukluğundan bu yana eteğinde birikenleri boşaltmak, cam kırıklarını iyileştirmek, ikide bir yoluna çıkıp ayağına takılan taşları kenara çekmek adına belki, otobiyografik öğeler taşıyan romanlar kaleme almalarıdır. Türk edebiyatının önemli yazarlarından Nazan Bekiroğlu da en bilinen ve de en sevilen romanı Nar Ağacı’nda biri tacir, diğeri muhacir olan dedesiyle ninesinin, kendi değişiyle “varlığını mümkün kılan” bu iki insanın farklı yönlere akan ırmaklarken, bir zaman gelip nasıl birleştiklerinin ve gür bir tek ırmağa dönüşmesinin romanını yazmış.
Ancak kitabın daha başına, ithaf yazısı niyetine belki, kurgulanan ve gerçeğine sadık kalınan, artık tarihin bir küçük zerresine dönüşen kahramanlara vefa duygusu ile, “Şu andan itibaren her şey kurgudur, tarihi gerçekler müstesna” cümlesini koyarak okurunu daha en başından uyarmış, kaleminin özgürlüğünü kısıtlamayacağının, kurgunun gerçekle kol kola, anlaşa uzlaşa iç içe geçebileceğinin işaretlerini de vermiştir.
O halde bir tarihi roman diyebilir miyiz Nar Ağacı için?
Tarihi romanın, konusunu tarihte yaşanmış gerçek olaylardan aldığını hatırlarsak -bu esnada yazar, tarihi olaya sadık kalarak, hayali kahramanlar oluşturabilir elbette- evet, bu yönüyle tarihi roman kategorisinde yer alabilir Nar Ağacı. 1912 yılının ekim ayında başlayan Balkan Harbi, bu harbe Trabzon’dan gönüllü katılan 87. Alay’ın sergüzeşti, İttihat ve Terakki’nin yönetim zafiyetinin halka kesilen faturası, Rus işgali üzerine Trabzon’dan İstanbul’a uzanan muhacirlik, Ermeni tehcirinin tarihi gerçeği yanında kişisel tarihe yansıyışları, bu esnada Osmanlı’dan ayrı bir yerde, Rusya’da patlak veren Bolşevik İhtilali ve bunun Osmanlı topraklarındaki etkileri… İşte bu tarihi gerçeklerin içinde tüttürülen ocaklar, aile dramları, kurgu ile gerçeğin iç içe geçirilerek verilişi…
-ll-
Nar Ağacı, dışarıdan tek bir roman gibi görünse de aslında bir iç roman barındıran gezi kitabı gibi de okunabilir. Hatta yazar, öyle okunmasını da istiyor sanki. Daha ilk sayfalarında kitabın, sarf ettiği o söz, bölüme isim olarak da seçilen: “Yol Arkadaşım”
Demek bir yolculuk kitabı bu, yine yazarın kalemini ödünç alarak söylersek:
“Varlığına şimdi seyyahlık yaraşır. Yol zamanı”
Aynı bölümde yine, sadece halı taciri olan dedesinin izini sürmek için Tebriz – Batum – Tiflis – Bakü’yü kapsayan uzun bir yolu gitmeyeceğini fark ettirir yazar. Bu yolu alırken, kendine yol arkadaşı seçtiği Yasemen’le birlikte, yazarın söylediği gibi iç dünyasında da kat etmesi gereken yollar vardır:
“Ama benim de yolum, yolculuğum var.”
Bu iç yolculuğa da çıkmaya hazırlanır yazar aynı zamanda. Böylece biz okurlarını da iki türlü ‘yol hali’ne hazırlar.
O halde Nar Ağacı’nda yolculuk, hem metafor olarak hem de gerçek anlamıyla var. Bu esnada Nazan Bekiroğlu, bir mihmandar misali okura bu Doğu şehirlerini gezdirir, gizemine ortak eder. Ama iç romanda da sürekli yolculuk hali mevcut. Üstelik bir de dedesinin izini süren bir torun olarak yazarın zaman – mekân koridorundaki yolculuğu var ki, tüm bunların insanın içindeki hicreti, yolculuğu tetiklemesi ise metafora dönüşen asıl yolculuk. Bu metaforla birlikte yazar, romanını geleneksel Doğu anlatılarına da bağlamış oluyor.
Aslında özünü aramak, kendini bulmak için çıkılan yolculuklar, ancak yolculuğun sonunda bunu fark ediş, Nar Ağacı’nı Attar’ın Mantık Al Tayr’ına ve Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ına da bağlar. Postmodern romanlarda sıkça rastlanılan bu metinlererasılıktan faydalanma durumu Nar Ağacı’nda da mevcut gibi. Doğu anlatı geleneğinde, kemale ermek, içindeki asıl ‘ben’i keşfedebilmek için bu yolculuklar gereklidir. Nar Ağacı’nda da yazarın, içindeki asıl ‘torun’a, anneannesini ve dedesini barındıran ‘öz’e kavuşması bu yolculukların sonunda. Ancak romanın sonunda torunun yolculuğu tamamlansa da yazarınki bitmemiştir daha. İçindeki uzak ülkeyi keşfetmiştir, evet. Ama fethedememiştir henüz… Romanın son bölümüne “Sonra” ismini vermesi boşuna değildir yazarın. Torun için ‘son’dur, yazar için ‘sonra’sı vardır.
-lll-
Sözümüzün burasında biraz soluklanalım sevgili okur; derinlerden yüzeye çıkıp romana şöyle gözlerimizi kısarak, uzaktan bir kuşbakışı bakalım:
İç içe geçmiş iki roman; dış roman kabul edebileceğimiz çerçeve olayın içinde bir yazar var -Nazan Bekiroğlu ya da değil- dedesinin geçmişini öğrenmek için onun geçtiği yollardan geçme düşü kuran. Bir yol arkadaşına ihtiyacı vardır bu yazarın. Bir konuşma yapmak üzere Bakü’ye gittiğinde tanıştığı ve kendini yakın hissettiği genç doktora öğrencisidir Yasemen, bu aşamada karşısına çıkar; Yıllardır yazarın isteyip de olamaz zannettiğini yapılabilir kılan, kolaylaştıran, düş ile gerçeği birleştiren kişi. Böylece birlikte bir maceraya atılırlar. Kitabın başında yazar, yazmaya niyetlendiğinin bir roman olacağından tam emin bile değildir:
“Yasemen, içimde bir roman dönüp duruyor. Roman olsun diye değil ama dedemin izini bulmak, toprağını görmek istiyorum. Düşünsene, orada bizim ailemizin bir kolu, kolu bile değil, asıl ırmağı duruyor.”
Şöyle de diyebiliriz: Dış roman ya da çerçeve roman; şimdiki zamanda yazar kişinin, içromanı oluşturacak olan kahramanların izini sürmek üzere giriştiği Tebriz – Batum – Tiflis – Bakü’yü kapsayan, iki yıl süren (bir kasım günü başlar, ekimde sona erer) yolculuk macerasıdır. İç roman ise o kahramanların, Setterhan ile Zehra’nın ve onların çevresindekilerin 1912 ile 1917 yıllarında yaşadıklarından oluşur.
İç romanda Zehra ile Setterhan, iki ayrı ırmak gibi iki ayrı koldan akarken hayatın içinde, onların çevresinde bulunan insanların da küçük ama aslında çok büyük hikâyelerine yer verilir. Zehra’nın ağabeyi İsmail’in, 93 Harbi’nde bacağını kaybeden dedesi Hacıbey’in, komşuları Siranuş’un, Setterhan’ın hala kızı Azam’ın, halası Çiçek halanın, arkadaşı Piruz’un ve Sofya’nın…
O halde dış roman, bir romanın yazılış macerasının romanı oluşu açısından bir üstkurmacadır. Üstelik kitaptaki dış çerçevenin adeta bir gezi rehberi görevi görmesi, bu sırada yazarın mihmandar rolünü giyinmesi ve eski fotoğrafları kullanarak bir zaman koridorundan geçip, şimdiki şuurunu yanına alarak bir gölge misali iç romanın içine sızması, postmodernist romanın fantastik öğelerinden birinin göstergesidir. Kısacası dış roman, günümüz okuruna hiç de yabancı olmayan postmodern romanın metinlerarasılık, üstkurmaca, fantastik ögelerinin hepsini kullanmışken iç roman, gerek ‘hakim yazar’ bakış açısı ve anlatımıyla, gerek iç kurgusuyla klasiğe yakın durmayı tercih etmiştir.
Aslında bu haliyle bile farklı bir romandır Nar Ağacı; postmodern ile klasiği iç içe kullanabilmesiyle. Üstelik yine klasik anlatılarda sıkça kullanılan üçlü aşk çatışması da mevcuttur iç romanda: Settar, kuzeni Azam’a aşıktır, Azam ise Settar’ın arkadaşı Piruz’a. Sonra Sofya Settar’a aşıktır, Vasili de Sofya’ya şeklinde… Zehra ise, bu çatışmaların içine hiç girmez. Settar’ın bir ırmak olarak durulduğu bir dönemde dahil olur onun hayatına. Bu açıdan romanda gerekli olan çatışmanın yaratılmasına katkısı olmamıştır pek. Romanda bu çatışmayı oluşturan Azam olmuştur; geleneklere kafa tutup kuzeni Settar ile evlenmeyi reddedişi, öldürülmeyi bile göze alarak âşık olduğu bir Zerdüşt’le kaçması… Böylece Settar’ın yaşadığı Tebriz’i terk etmesine bir vesile olacak, iç romanın başlamasını sağlayacaktır.
-lV-
Burada romanın adına da dikkati çekmek isterim sevgili okur. Çünkü Nar Ağacı, sadece ismiyle bile fantastiği içinde barındırır. Nar ağacı, masallarda, mitolojilerde bereketi, bütünlüğü simgelediği gibi mutluluğu da çağrıştırdığı için önemlidir. Ayrıca ‘nar’ kelimesi, içinde ‘ateş’ anlamını da saklar ki, Zerdüştlükte nar ağacı ile bu dinin kutsalı olan ateş ilişkinliği bizzat romanın içinde de kurulur. O ateş, aşkı da içinde harlar. Üstelik nar ağacının tüm dinlerde anlam karşılığı olması, tüm dinlere göndermeler yapması açısından romana isim olarak seçilmesi, iç romandaki aşka ve dış romandaki yolculuğa evrensel anlamlar yüklemesi açısından da yerinde bir seçimdir.
Ayrıca romandaki kahramanlardan Setterhan bir halı taciri olduğu için kitapta halının dokunuşundaki inceliklere değinilmesi doğal görünse de, aslında halının ilmek ilmek dokunuşu ile romanın sözcüklerle ince ince örülüşüne bir gönderme yapıldığını düşünebiliriz.
“Sonsuzluktan gelerek bir pervazdan halıya giren desenler bir süre göründükten sonra diğer pervazdan çıkıp yine sonsuza gider. Halı, sonsuzluğun bir çerçeve içinde seyredildiği bir an’dır sadece.”
Roman da öyle değil midir? İkisi de sonsuzu içinde barındırmak ister adeta, iğneyle kuyu kazarken.
Halının deseninde neler yok ki!
“Kuşlar, ağaçlar, dallar, yapraklar, türlü türlü hayvanlar, eğri gövdeli ağaçlar, harabeler hepsi gölgesiz, derinliksiz, atmosfersiz; içlerindeki ışığı taşırıyor ve Mani’nin dediği gibi ilahi ışıkla birleşiyorlardı.”
Romanda da öyledir; hiçbir karakter, diğerini örtemez, her bir ayrıntı -özne, nesne- yaratılmayı, hayat bulmayı, yazarın kalem tutan parmaklarının kelimelere dokunması ile nefes almayı bekler.
Böyle bir romanda anlatım, gerektiği kadar yalın, zaman zaman derinleştikçe kahramanlar, kahramanların hayat karşısındaki tepkileri, anlatım da derinleşir. Sonra yeniden yüzeye çıkılır; okura nefes aldırmak, o diplerde kalındığı süre içinde karşı karşıya kalınmış vurgun tehlikesine karşı derin soluklar alabilmek diplerde boğulmamak adına.
Romanın sonuna geldiğimizde, yazarın da zaman koridorundan geçerek geçmiş zamana sızan torunun da ve dahi okurun da çok yol kat ettiği görülür, hem zamansal hem mekânsal açıdan. Çok ayrılıklar yaşanmış, çok acılar çekilmiştir. Yazar, yolculuğunu tamamlamış; Zehra ile Setterhan ırmak misali birleşmiş; okur, romanı bitirmiştir. Yine de zaman ve mekânın yekpareliğinde aslında hiçbir şeyin tamama ermediğini, bitmediğini hissederiz. Çünkü bir bütünün parçası olarak yaşanmıştır her şey. Mekân -95 yıl önce ya da sonra- aynı mekândır. Geçmişle gelecek aynı anda, ‘şimdi’ olanın içinde. Geçmişe gittiğinizde gördüğünüz kişiler, şimdiki zamanda ölüdürler, evet. Peki, ya şimdiki zaman da birileri için bir geçmiş zamansa? Biz de birilerinin geçmiş zamanında yaşıyor iken, şimdiki zamanında ölmüş olanlarsak belki de?
Kim bilebilir?
-V-
Romanda hem bir sonuç vardır hem de yoktur. Zehra ile Settar, ayrı ayrı mecralarda aktıktan sonra kavuşur, durulur, klasik bir mutlu sona ulaşılmış gibidir. Romanın dış düzleminde ise yazar kimliğine sahip olan torun için bir ‘sonuç’ değil de ‘sonra’ vardır. Ya da ‘sonuçsuzluk’ diyelim ister. Meczup Yusuf’a çarparak canı yanan bir torun, zamanı bütünlemiştir. Sonra 18 yaşlarında gelecekten kopup ona çarpan çocuk da yazarı, meczubun kimliği ile tamamlamıştır. Fotoğraflar bunu mümkün kılar. Ölen kişinin bedeninden ayrıldıktan sonra, hala bu dünyanın zamanında ve mekânında yaşananlara tanıklık edişi, gözü ve kulağı ile, ama bedeninden sıyrılmazken, işte bu duyguyu yaşamak yazarın hep merak ettiği…İçindeki ‘ben’i fotoğrafların içinden geçmiş zamana gider; bedenini şimdiki zamanda bırakıp yanına şimdiki şuurunu alarak sadece ‘torun’ hali ile yolculuk yapar. Ama zaten an gelir, zamanın şimdisi, öncesi ve hatta romanın son bölümünü dikkate alırsak, bir sonrası yok gibidir. Fotoğraflar ‘an’ı yaşatmaya devam eder. Fotoğrafa bakan göz, aracı olur buna. Herkes ölmüştür ve aslında ölüm diye bir şey yoktur. ‘An’ı durdurmak mümkündür, çünkü herkes ölecek, ama fotoğraflarda yaşamaya devam edecek.
Fotoğraflarda, bir kitabın sayfalarında, şiirin mısralarında…

FUNDA ÖZSOY E.

