Kelime anlamı “Karşılıklılık, karşılıklı olma durumu” olan bir kelime ve diplomatik bir terimdir mütekabiliyet. Devletlerarası ilişkilerde maruz kalınan davranışa aynı şekilde karşılık verme esasına dayanır.
Her bir tarafın eylemlerinin, diğerlerinin önceki eylemlerine bağlı olduğu ve iyinin iyi, kötününse kötü karşılık gördüğü, aşağı yukarı eşit değerlerin değiş tokuş edilmesi olarak tanımlanabilir. “Mütekabiliyet esası” şeklinde kullanılan terime örnek olarak vize uygulamaları gösterilebilir. Gayrimenkul sektörünü yakından ilgilendiren mütekabiliyet yasası ise yabancı ülkelerden gelen kişilerin Türkiye’de mülk edinebilmelerini mümkün kılan ya da tam tersine engelleyen bir ilke olma özelliği taşır.
III. Selim diplomaside mütekabiliyet esasını kabul ederek 1793’te ilk Osmanlı elçisi olan Yusuf Âgâh Efendi’yi Londra’ya tayin etmiş, bu gelişme 19. yüzyılda dışişlerinin yönetiminde yapılacak köklü adımların ilkini teşkil etmiştir.
Mütekabiliyet aslında bizim de gün içinde sıkça kullandığımız bir durumdur. Oynadığımız oyunlarda, derslerde veya iş hayatımızda sıkça karşılaştığımız fakat dikkatimizi fazla çekmeyen bir olgudur. Bu olgu, bizim yaptığımız herhangi bir şeyin karşılık bulması ya da herhangi bir şeyden karşılık beklememizdir. Örneğin; çalıştığımız için iş sahibinden ücret istememiz, ders başarımızın ileriki hayatımızda üniversiteye girişte veya iş bulurken yardımcı olması hep bu esasa bağlıdır ve sıkça karşımıza çıkar.
Toplumsal işleyişte birçok insan bu yasayı ismen bilmediği halde hayatında uygular. Bilhassa bizim gençlik yıllarımızda insan ilişkilerini düzenleyen en önemli uygulamalar hep bu esasa bağlı kalınarak yapılagelmiştir. Bu sayede insanların mağdur olmasının, sömürülmesinin ve rahatsız edilerek sosyal kavgalara sebebiyet vermesinin önüne geçilmiştir. Nasıl mı?
Yeni gelen komşuya, taşındıktan ve yerleştikten bir süre sonra ziyarete gitmek adeta bir mecburiyetti. Bir gün önceden haber verilir ve müsait olan komşular “Hoş geldin” ziyaretine giderdi. Böylece tanışırlardı. Yeni komşu, daha sonra tek tek gelenlere iade-i ziyarette bulunurdu. Eğer iade-i ziyarette bulunmadıysa bir daha evine giden olmazdı. Yeni komşuya gidilmezse, yeni taşınan kişi hiçbir komşunun kapısını çalmazdı. Kendisini istenmeyen bir kişi olarak addedebilir, kısa sürede oradan taşınmasına sebep olabilirdi bu durum.
Oğlunu evlendiren bir anne, düğünden bir süre sonra gelinini de yanına alarak düğüne gelen dostlarına teşekkür ziyaretine gider, bir yandan da geliniyle çevresini tanıştırırdı. Gelini bu sayede yeni çevreyle daha çabuk kaynaşırdı. Düğünü yapılan yeni evlilerin, yakınları tarafından akşam yemeğine davet edilmeleri de âdettendi. El öpme olarak düşünülen bu davete gelen yeni evlilere diş kirası olarak ufak bir hediye hazırlanır, yeni kurulan yuvaya ufak da olsa bir katkı sağlanırdı. Akraba bağlarının bu şekilde daha güçlendiği de bir gerçekti. Tabii gençler de bir süre sonra yakınlarını davet ederler, bu şekilde karşılık vermiş olurlardı.
Hamile olan gelinin, kayınvalidesiyle birlikte ahbapları ziyaret etmesi adettendi. Bu durum, “Yolcumuz geliyor” haberi, ilk elden herkese duyurulmuş olurdu. Gelinin doğumundan sonra konu komşu, eş ahbap kim varsa muhakkak geçmiş olsun ziyaretine giderdi. Giderken eli boş gidilmez, bebeğin sütüne katkı sağlayacak tatlı türü veya bisküvi vs. götürülürdü. Bebek ve annesi biraz kendilerini toparlayınca bebek mevlidi okutulur; bu defa mevlide sadece ziyarete gelenler davet edilirdi. Geçmiş olsun’a gelmeyen hiç kimse bu mevlide çağırılmazdı. Karşılıklılık esastı.
Bir evde hasta varsa, ziyareti kısa tutmak şartıyla mutlaka ziyarete gidilir, tavuk suyuna çorba hazırlanıp götürülürdü. Hastaya şifa dilekleri dilenir ve moral verilirdi. Yakın komşu veya akrabalar bu ziyareti birden fazla yapabilirdi.
Askere gidecek birine yakınları ve arkadaşları sırayla yemek verir, hediye bırakırlardı. Bu hediyeyi tatlıyla veya bir paket kesme şekerle beraber verirlerdi ki ağızları hep tatlı olsun, tatları hiç eksilmesin. Bugün de devam eden uğurlama ve karşılama törenleri asla ihmal edilmezdi. Çocuğunu askere uğurlayan anneye “Allah kavuştursun” diyerek tekrar gidilir, onun moralini hep yüksek tutmaya çalışırlardı.
“Sabah kahvesi” diye bir kavram vardı önceden. Hüseyin Rahmi Gürpınar eserlerinde bunları pek güzel tasvir eder. Komşuya sabah kahvesine çat kapı gidilebilir fakat en fazla bir saat oturulurdu. Sonraki süreçte diğeri ona gider, sıra kolay kolay karıştırılmazdı. Günümüzdeki fincanlara nazaran ufacık olan o fincanlar vasıtasıyla kurulan muhabbetler öyle tatlı olurdu ki o bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı sayılırdı. Hatır saymak ulvî bir şeydi, herkes “Hatırşinas” idi. Bugünün gençlerinin pek azı bu kelimeyi bilir. Bilenlerinse hatırşinas olup olmadıklarını Allah bilir…
Hacca veya umreye gideceğini haber aldıkları komşularına, “Güle güle git, bana da dua et!” ziyaretine elinde bir hediye veya bir miktar parayla giderlerdi. Çevresi geniş olan insanlara gelen para, umre masrafların büyük bir bölümünü karşılayacak miktara ulaşırdı. Umre veya hac vazifesini yapan kişi de oraları hatırlatacak bir hediye, hurma veya seccade ile mukabelede bulunurdu.
Cenazeye önce komşular koşardı. Akşam vuku bulan bir vefat ise, mevtayı yakınlarıyla birlikte komşuları da sabaha kadar beklerdi. Cenazenin ardından cenaze evine yemekler getirilir, yedi gece boyunca duasına iştirak edilirdi. Bu sayede cenaze sahibinin yeni duruma alışması sağlanır, yas tutarken ona destek olunurdu. Ölenle ölünmeyeceği yaşarken gösterilirdi. Başsağlığı ziyaretine gelmeyenler, kırk mevlidine çağırılmazdı.
Bu anlatılan âdetlerimiz pekâlâ mütekabiliyet esasına dayanan kurallarımızdı. Ararsanız aranır, ziyaret ederseniz ziyaret edilirsiniz. Hakka tecavüz de olmaz, suiistimal de. Herkes yerini ve vazifesini bilir. Sosyalleşmek denilen olgu bilinmezken, bu kurallar sayesinde herkes sosyal olmak mecburiyetinde bırakılmış ve böylece bugünün bireyinin yaşadığı yalnızlık duygusuna kapılma ihtimali ortadan kaldırılmıştır.
Kurallar, toplumların yazısız anayasalarıdır. Onlar sayesinde toplumsal işleyişte tıkanıklık olmaz, insanî ilişkilerde karışıklık yaşanmaz. Herkes hangi durumda ne yapacağının bilincindedir. Küçük yerleşim yerlerinde herkesin birbirini tanıdığı ortamlara mahsus zannedilmesin, İstanbul gibi büyük şehirlerde de bu hiyerarşi varlığını daima capcanlı hissettirirdi.
Bugün bu kuralları bilen, bilip de uygulayan, uygulayabilen insan pek az. Öyle olunca da ilişkilerde kopmalar, laçkalıklar çok oluyor. Tam tersine, taşındıktan sonra kapısı çalınmayan, cenaze ve düğününden hiçbir komşusunun haberinin olmadığı, sabah kahvelerinin unutulduğu, içe kapanık ve asosyal insan yığınlarına dönüşmek, her geçen gün büyüyen bir tehlike arz ediyor.
Uzun ömürlü insanların hayatları incelendiğinde yemek miktarı ve kalitesi, yaşanan yerin temiz havası kadar, belki bunlardan daha fazla, sosyal bir hayatı olan insanlar oldukları görülmüş. Eşi, dostu, arkadaşı varsa ve neşeyle zaman geçiriyorsa, bu insanlar çok uzun yaşıyorlarmış.
Ne dersiniz, bir hukuk terimi sandığımız “mütekabiliyet esasları”na yeniden dönsek mi? Yaşadığımız hayat bunu yapmamıza imkân verir mi? Deneyelim.
Uzun ömür hatırına…
NURHAYAT ÖRENCİK

