Bazı insanlar vardır, çırak doğar çırak ölürler. Ben onlardanım. Her gün yeni yeni şeyleri talim etmek istiyorum. Gitgide hayretim artıyor, durduk yerde içim tazeleniyor.
Ah keşke hayatın çırağı olmayı öğrenebilsek, böylelikle mutlu olmayı başarabilsek…
Ölümüne yakın Cemil Meriç’e bir dostu, o alışageldiğimiz soruyu sorar:
– Üstadım nasılsın?
Taşkın neşesi ile cevap verir:
– İyiyim. Hoşnutum. Bir bilseniz, içimde kuşlar cıvıldıyor.
Uzun zamandır gözleri görmeyen yaşlı bir insan, karanlığı değil de onca cıvıltıyı nasıl bağrına doldurmuştu acaba?
1990 yılında Gelibolu’ya gitmiştik. Yolumuzun üzerinde bir tepenin düzlüğüne kurulmuş Bolayır köyüne uğradık. Orada Namık Kemal’in ve Orhan Gazi oğlu ”‘Rumeli Fatihi” Süleyman Paşa’nın kabirlerini ziyaret ettik. Sessiz, sakin bir köy… Edebi ve tarihi bu iki karakterin medfun bulunduğu tepeden masmavi bir yayla gibi serilmiş Saroz Körfezi’ni seyrediyoruz. O sırada değneğini takır takır yere vuran biri yanaştı. 80 yaşını geçkin, aksakallı bir ihtiyar. Doğma büyüme Bolayırlı imiş. Hemen her gün bu türbeleri ziyaret eder, Fatihalar okur, ardından onlarla hasbıhâle koyulurmuş. 40 yıl yaz kış ara vermemiş.
Arkadaşım:
– Hiç usanmadın öyle mi? diye sordu.
İhtiyar, kamburunu güçlükle düzeltirken arkadaşıma çıkıştı:
– Ne usanması? Burada yatanlar usandı mı ki, ben usanayım? Kalbime her gün yüzlerce serçe kuşu uğruyor, beni rahat koymuyorlar. Toprağımızı şereflendiren bu ululardan utandığımdan ne kanım soğudu, ne de gönlüm ağardı. İçim daralma bilmiyor.
Kâmil Uğurlu şairimiz, “Üstüne bir taş çekip yatanları ölü mü sanıyoruz” diyordu da sanki aksakallı bu ihtiyarın içlenişlerine tercüman oluyordu.
Kabirler ne anlamlı hatiplerdir, kulağı olana…
Âşık Veysel’in hanımı Gülizar Ana bir söyleşide anlatmıştı: “Veysel eliyle yeşili bulurdu”, demişti. Kim kör kim sağır bu dünyada, bilene aşk olsun.
Gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür hâristan (dikenlik) olursun.
Hayret, Alman’ın delisi Nietzsche (Niçe) de öyle söylüyordu: Uçuruma baka baka uçurum olursun, diyordu.
Doğulu, Batılı ne fark eder? Son kertede üstün insanın muhatabıyız. İpin ucu gidip duyarlı olmakta düğümleniyor. Goethe’de, Shakespeare’de, Tolstoy’da, Garaudy’de; bir çaba vardı. Mevlânâ’ya, FuzûlÎ’ye, Cibran’a, Beydeba’ya yakınlaşan bir çaba. Bu çabayı görmezden gelemeyiz.
Onların devri geçti demeyiniz lütfen. Dün de, bu gün de, yarın da insan aynı insan. Mayası, hamuru, çamuru bir… Üretim ve tüketim araçları değişebilir. O bakımdan Bin bir Gece Masalları’nı, Kelile ve Dimne’yi, Bostan ve Gülistan’ı, Hüsn-ü Aşk’ı, Kaygusuz Abdal’ın Budalaname’sini, Tolstoy’un Gençliğim’ini, Cervantes’in Don Kişot’unu sil baştan okumayı deneyiniz. Eminim ki yeni anlamlar, yeni duygularla donanacaksınız.
Roger Garaudy, “Don Kişot, Jul Sezar’dan daha fazla gerçektir” der ve devamla sözlerini şöyle sürdürür: “Kültür, zihninde ve gönlünde Jul Sezar gibi ölülere değil de, bize hâlâ seslenen ve bizi uyanmaya mecbur eden o ölümsüzlere yer vermektir. Don Kişot, Hamlet veya Dostoyevski’nin Budala’sı gibi. Hepsi de Napolyon’dan çok daha gerçektirler.”
Bir Şark insanı söylese umursanmaz belki; Ama Kırmızı ve Siyah’ın yazarı, 19. Yüzyılın önde gelen Fransız romancısı Stendhal söylüyor: “Ah keşke, Bin bir Gece Masalları’nı unutabilsem de onları bir daha okumak zevkini tatsam…” Voltaire ise, Bin bir Gece Masalları’nı on dört defa okuduktan sonra hikâyelerini yazabildiğini açıklamıştı.
Resim, heykel, bale, opera, müzik ve özellikle sinema sanatı bu masallardan ilhamla sayısız eser üretti.
Ne diyeyim, bizler Dede Korkut hikâyelerini bile okumadan ne diplomalar aldık.
Hadi bakalım, aniden Çehov’un “Derdimi Kime Anlatsam” adlı hikâyesi aklıma düştü şimdi.
Uzaktan uzağa dertlen dur, ne faydası varsa… Ama o kadarı da olmasa, korkuyorum, insan yanımız hepten boş kalacak.
Var ki, Abbas Sayar da bir kitabının adını “Yozgat var Yozgatlı Yok” koymuştu. Bir yazar hemşerilerine bundan güzel nasıl sitem edebilirdi?
Ben sitem etmeyi de bilmiyorum, korkarım baş yararım…
Az yukarıda “duyarlılık” demiştim… Hatırlıyorum, daha önceleri de “insan sorumluluktur” ibâresini kullanmıştım. Bari bir iki hatıranın kapısını aralayayım:
30.06.2020, Salı.
Bir dostu ziyarete niyetlendim. Bahattin Yörük’ü. Yakınlarım bilir bu ismi. Daha yola koyulur koyulmaz içime bir ferahlık oturdu. Aramızda yılların hatırı var. Onun varlığı, sesi, yüz ifadesi ruhuma şifa veriyor. Kendimi ona hep muhtaç hissetmişimdir.
Yürüyorum. Benimle birlikte neler yürümüyor ki? Yaşar Kemal romanlarını yürürken oluştururmuş. Benim de ne çok düşünce ve hikâye aklıma üşüşüyor bugün, ne çok söz ve duygu refakat ediyor yol boyunca…
“Hâlâ saçlarımda tozlu bir akşam
Ortalıkta bir ay kokusu…”
İsmet Özel şiirince romantizmin doruklarındayım. Çaldım dostun kapısını. Zilin tiz sesi içerlerde bir iki üç çınladı. Ne insana dair bir belirti, ne bir soluk… Akşam vakti nereye gitmiş olabilir? Evet, doğrudur, kimi zaman yayını uzaklara gerer, alır başını kaybolurdu. Bazen göğüne kuş salınmazdı, eziyet ederdi. Eziyetine katlanamadığım anlarda, “N’olacak Ayrık otu” der hırsımı alırdım. Ama insan bu kadar mı habersiz gider?.. Yok yok; bugün gönlüm kaldırmaz, başka kapıya varamam. Bekliyorum. Derken, terlik şıpırtısı eşliğinde kapı aralandı. Gözlerinin akı bir avuç olmuş. Benzi beti sapsarı…
– Yahu neredesin? Zile basıyorum, kapıyı döğüyorum, bağırıp duruyorum?..
O çok rahat. Özürsüz, minnetsiz bir tavrı var:
– İçim dışardan daha gürültülü. Kendi sesimi duyamazken seni nasıl duyacaktım?
Oh ne âlâ… Gene bütün divaneliği üzerinde, uçlarda geziniyor.
Ağzımı yeniden açacak oldum, susturdu. Hastanelerde “sus” işareti yapan hemşire fotoğrafı gibi iki parmağı dudağında:
– Hişştt! Dünyanın uykusu hafiftir, nazik sallayacaksın!
Asabım bozuldu. Yüksek perdeden:
– Yahu, dedim. Ben geldim müşkülümü kolaylayasın, sense bilmece gibisin…
– Körce’yi bilmeyen adam; köre, yolu nasıl tarif eder acaba?
Vazgeçtim, bununla dalaşmayacağım. Gerekirse eve dönüp kendi yaramı kendim sağacağım.
Hani, İngilizlerin sinema tiplemesi Şarlo’nun ayağı kayar düşer, onunla birlikte zincirleme sekiz on kişi daha devrilir ya; işte, umuda dair, gönül hoşluğuna dair ne’m varsa öyle art arda devrildi.
Dostum hiç oralı değil, bir çocuk gibi elimden tuttu, çekip salona götürdü. Kanepeye oturttu. Gözlerinin içi apak. Ziya Osman Saba, Beyaz Ev şiirinde “Sürahide ışıldayan su” demişti, işte öyle bakıyor. Esrik bir Sivas türküsü havalanıyor ağzından:
“ Mevlâ’yı seversen hışımnan bakma
Hışımnan bakarsan zor gelir bana…”
Onun çatallı sesini, boğuk nefesini tanıyorum. Yıllar var ki birbirimize içimiz akmış, yürek tütsülemişiz. Ne hoyratları, ne bozlakları namluya sürmüşüz.
Bir türkünün etkisi bu kadar mı olur, bütün umutlarım, gönül hoşluğum geri dönüyor. Ama o, türküyü olduğu yerde sahipsiz bırakıp kendini başka bir kaba döküyor. Havası, kar havası… Bir anı bir anına uymuyor. Şaşıp kalıyorum.
Dili, bakışları, duygusu Ömer Lütfi Mete’nin, “Gülce”sine doğru kayıyor:
“Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni ha itecek… “
Söyleyecek söz bulamıyorum. Ona bakarken içim eziliyor, benden beter olmuş.
– Bunlar nereden icabetti şimdi? diyebiliyorum sadece.
– Hiiç, diyor kaygısız bir edayla. İşitmişsindir, bu gibi durumlarda Melamilerin bir lafı vardır, “Böyle zuhur etti” derler, işte o kadar…
Bir bardak su doldurmaya kalktı ama geri gelip tekrar elimi yakaladı. Tutkulu bir sesle:
– Biliyor musun azizim, suyu damla damla harcıyorum. Her gün gazeteler, İstanbul’un suyu tükeniyor diye haber yapıyor. Dediklerine bakılırsa kuraklık fena vuracakmış, doğa öç almaya yeminliymiş. Ama bunca haylazın umurunda değil. Ben bana düşeni yapayım da…
Yüzü toprak gibi… Onca duyguyu, acıyı, kuşkuyu, hayatın ettiklerini incecik bir derinin altında nasıl saklayabilecek ki? İnsan bunu başarabilir mi? Görüyorum, hem kendi içine kıvrılası var, hem kalkıp kaçası… Bir yanı susup kalmak istiyor, bir yanı zehrini dökmek için cehdediyor. Aptalsa, insan, yaşamaya daha kolay anlam verirmiş. Acıyı duyumsamak ne müşkül iş Allah’ım!..
Dili kıymık gibi batmaya başladı artık:
– Rahmetlere gark olası bir amcam vardı, çirkin bir iş gördü mü, “Elin derdi beni kocatacak” derdi. Kocamak da neymiş? Görse ki, elin derdi beni öldürecek… Aman azizim! Sen sen ol, yerimde miyim diye arada bir etini çimdikle, Allah esirgesin kayar gidersin elimizden de ruhumuz duymaz…
Bahattin Yörük titrek bir alev gibi çırpınıyor. İç sızısı bütün bedenini sarmış:
– Dün bir tuhaf oldum azizim. İçim karıncalandı. TRT-1’de, Profesör Nurhan Atasoy anlattı: Umumi Harp biter bitmez Berlin’de iki dükkân açılmış; biri çiçekçi, biri kitapçı. Müthiş bir bilgiydi. Biraz kendimizi yokladım; bize ne oldu gözümün nuru, bize ne oldu böyle?
Amaçsızca mutfak tarafa gidip geldi. Güya, salondaki sırt yastıklarını düzeltti. Sağa sola göz attı. Yola çıkacak da ardında döküntüler, endişeler, kahırlı ünlemler bırakmak istemiyor gibi. Kitaplıktan Mesnevî şerhinin 2. Cildini çekip önüme koydu:
– Bu kitapta Mevlânâ; “Bir sevgili bul ki dertlerin durulsun” diyor. Ey kutlu kişi! Ey mübarek adam! Etrafta olanı söylesen de, hemen elimize gelse ya… Kolay mı sevgili bulmak, o iş hangi yiğidin harcı?
Bedenini iyice yanaştırdı, kesik kesik nefesini yüzümde hissediyorum:
– İki gündür uyuyamıyordum. Yerime otursam içim bunalıyordu. Sanki kervan göçmüş, ben dağlar başında kalmış gibiydim. Sonra zihnime düştü ki, merhametin olmadığı yerde insan yoktur. İnsan olduğuma ne çok şükrettim. Sana söylememin bir mahzuru yok; emanet aldığım üç öğrencim var. Sen gelmeden az önce onların hesaplarına havale yaptırdım, birkaç yetimin başını okşayıp döndüm, hiç param kalmadı. Mutfakta olanlar bana bir hafta yeter. O vakte kadar elbet çocukların biri gelir. Şimdi bir hafifledim, bir huzurla doldum, sorma… Sen başımdan çıkan dumana aldırma, o dünkü yangından kalandır.
Çocukları eve gelip bakmışlar ki, bir haftalık yiyeceğine hiç dokunmamış bile. Benden sonra can emanetini teslim etmiş. Helalleşmeğe gitmişim meğer.
Çinli bilge Meng Hisian, iyi insanın, ömrünün sonuna doğru huzur içinde ölümle dostluk kurmasından bahseder.
Karacaahmet’te tabutuna omuz verdiğim Bahattin Yörük dostumun huzurlu ruhu uçmağa çoktan varmış, bedeni kuş gibi hafiflemişti.
“O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur.”(Kur’an,101)
Şerif Aydemir
