Bir masal girişini hatırlatmayacağını bilsem bundan yıllar yıllar önceydi, diye başlamak isterdim. Masal olamayacak kadar içi gerçeklerle dolu olunca da elimde kala kala üstünden epey zaman geçmiş olması kalıyor ne yazık ki. Zira az buz değil yirmi yıl kadar önceymiş.
Bir hikâye kaleme almış, adını kulağına “Mavi İp” diye fısıldamış, sayfalara “Dört Yaralı İp, Bir Tabip” diye yazmıştım. Aklımca mavi ipin bendeki hikâyesini yazıp bitirdim sanmıştım. Meğer kaderde hikâyenin devamını yazmak da varmış. O hikâyede geçen dört mavi ipten ikisi tene dikilmiş, diğer ikisi de içime işlemişti. Bir kumaşı teyeller gibi bedene atılan dikişten biri, ben daha küçücük bir çocukken babamın ameliyatı sonrası omzundan sarkan, diğeri de kızımın bir kaza sonucu kaşına atılan mavi ipti.
Her yaşanmış şey gibi onu da geçmişte kaldı diye rafa kaldırmıştım. Mazide mavi ipi uğursuzlukla anmasam da bir iz, bir işaret olarak görmemem gerektiğini geçen gün apar topar götürüldüğüm hastaneden taburcu olduktan sonra aynaya bakınca anladım. Meğer cerrahların hepsi ameliyat sonrası yara bölgesini kapatmak için tıbbî malzeme olarak mavi ip kullanıyormuş da benim haberim yokmuş. Öğrenmiş oldum.
Yüzümün sağ tarafında göz kapağımın üstünden sarkan mavi iple dikilmiş bir yaram var artık. Kimi verilmiş sadakalarımızın yüzü suyu hürmetine ucuz atlattığımı, gözümden de olabilceğimi, kimi nazar değdiğini, kimi aileye gelecek tüm yıldırımları seve seve üzerime çekmeye hazır bir paratoner olduğumu söylüyor. Bense artık üstüne kafa yorduğum şeyleri bu kadar içselleştirme meselesini bir kere daha gözden geçirmem gerektiğini düşünüyorum.
Bu aralar insanın kalbi durunca etrafı daha ne kadar süre algılayabilir, konuşulanları duyar mı ve o an acaba kendini içinden kılçığı çekilen bir balık gibi mi hissediyordur, diye düşünmüş ve daha da mühimi kişinin her şeyi duymasına rağmen konuşacak takati olmadığı o an için bir cihaz geliştirilmiş olsa ve imdada yetişse kim bilir son anda demek istediği ne çok şey vardır da bu anlatılan şeylerle hayatın seyri nasıl değişir diye merak etmiştim.
Sen misin merak eden? Ölmedim belki ama ani çarpmanın tesiriyle tansiyonum düşüp gözüm kararınca başımı çarptığım yer de demir olunca konuşamadım. Sadece sesleri duyabildim, o da boğuk boğuk. Bir kelimeyi söyleyebilmeyi geçtim, harflerin her biri dünyanın dört bucağına dağılmış da benim hepsini tek tek bulup getirmem gerekiyormuş gibi hissettim. Her seferinde zihnim olanları anlatmaya niyet etse de mecalim yetmeyince daha ilk adımda pes ettim. Gündüz vakti, sıcak tepede, yolun kenarında öyle boylu boyunca yere yığılmak geçse de içimden son takatime kadar öyle dizlerimin üzerine çökmüş vaziyette durdum. Allah’tan bir anne olduğu her hâlinden belli olan bir kadın göğsünü yastık yapmış bana, ambulansın gelmesini orada beklemişim. Konuşulan her şeyi duyup cevap verememenin nasıl bir şey olduğunu sen misin merak eden? Al sana merakını giderecek bir tecrübe, der gibi yaşandı resmen her şey.
Gözümün içine akan şeyin bu kez gözyaşı değil ılık ılık kan olduğunu anlayabiliyor ama diyemiyordum. Ne garipti. Aklım hâlâ eve gidip pansuman yaparım, geçer diye düşünürken seslerden etrafın kalabalıklaştığını anladım.
Paldır küldür hastaneye getirildim. Sedyelerin ivedilikle açılıp kapanma sesleri, havale geçirdiği için eli ayağına dolaşan bir annenin sakinleştirilme çabaları, sara nöbeti geçiren bir çocuğun yakınları… Soğukkanlı doktorların tok sesli soruları… Hepsini duyuyordum. Acıyı da dikiş atılmak için yapılan iğnede hissettim sonrası yok. Kızımla yüzümüzdeki benzerliklerimiz azmış gibi buna bir de dikiş izimiz eklenmişti.
Pansuman yapılmış yaranın sargı beziyle gizlenmiş kısmını açmama gerek kalmadan gördüm, yüzümün sağ tarafından mavi naylonumsu bir ip sallanıyordu. Tüm tetkikler yapıldı, saatlerce boynumda bir boyunduruk ile sonuçların çıkması, tansiyonumun normale dönmesini bekledik. Beklerken de yattığım revirde ne hikâyeler, yana yakıla edilen ne içten dualar duydum, şifa dilenen ne kadar hasta yakını dinledim. Beş dakika önce neredeydim hâlbuki. Uğursuzluk denen şeye pek inanmam. Olacaksa olur. Dikişler, izler, yaralar, kazalar illaki hep olacak. Önemli olan bütün hastalıklara iyi gelen sığınılabilen bir “Tabip” olsun; düşleri, düşünceleri iyileştirsin. Düşündüm de o gün hikâyenin başkahramanını, boşuna “mavi ip” yapmışım; başlığı da “Dört Yaralı İp, Bir Tabip” diye fazla uzatmışım. Şimdiki aklım olsa “Tabip” deyip noktayı koyarmışım.
Gamze Koç
Yine güzel bir yazı olmuş. Elinize kaleminize sağlık…
Bir tabip olarak çok duygulandım hocam.Derdinize derman olacak tabiplerle karşılaşın inşallah ,her ihtiyaç duyduğunuzda.
Çok çok geçmiş bitmiş olsun 😔
Çok geçmiş olsun
Allah şifa versin inşallah
Tabip
İnsan bedeninde açılan bir yaranın çok daha derinlerdeki başka yaralara nasıl dokunur? Hem fiziksel hem ruhsal izlerin mavi bir iplikle birbirine dikildiği yerden anlatsa kendini, nasıl anlatır? Hem hatırlatan hem iyileştiren bir işaret, bir sembol mesela. Kaza, yara, dikiş gibi somut anların içinden sızan hafıza, çocuklukla ebeveynlik arasında gidip gelen bir zaman katmanını açar mı bize? İnsanın kendini konuşamayacak kadar yorgun, çaresiz hissettiği bir anda bile zihninin hâlâ anlatmaya çalışması, aslında ne çok şeyin içimizde kaldığını, söyleyemediklerimizin ne kadar ağır olduğunu fark ettirmiyor mu?
Ölümden dönmek gibi büyük bir olaydan çok, hayatla kurulan kırılgan ilişkiye dair hayatta kalmanın getirdiği yeni bir bilinç, yeni bir tür bakışın adıdır belki de mavi ip. Bir dikiş değil; bir uyarı, bir bağlantı, bir kayıt gibi… Yaranın görünür hâli, görünmeyenlerin işaretçisi. Belki de bu yüzden insanın düşen bedeninden çok hep yeniden ayağa kalkma gücü etkiler bizi. Ve belki de “tabip” bir hekimden çok insanı hayata, kendine ve başkalarına karşı yeniden dikmekle meşgul olan bir tür iç sestir.