KARANLIKTAKİ BEYAZ KUŞLAR

Dünya sürüp ekeceğimiz mümbit bir tarla, insan da mükerrem bir çiftçi…

Hâtıralar da kuşlar gibi konacak dal ister, demişti Oktay Rıfat.

Düşünür dururum; hikâyelerimiz olmasa onları hangi dala kondururduk acaba, nerede saçlarını tatlı esintilere tutardık?

 

Hepimizin az çok birikmişi bulunur elbet. Çeşme akar akar da hiç mi gölcük yapmaz? Bunca yaşanmışlık zihnimize hücum ettikçe hikâyelerimizden başka onları zedelemeden barındıracak hangi zarif kabımız var?

Kokulandırıp, endazeye getirip, has pamuklara sararak küçük hikâyeciklerimizin mahremine emanet ettiğimiz müstesna anlar, o ipeksi kıvranışlar…

Ara sıra misafir odamızın tozunu alır gibi zihnimizin de üstündeki şalı kaldırıp tozunu üflemek ve hatta nazına sitemine katlanmaya hazır olduğumuzu belli etmek gerekiyor sanki.

Ülkü Tamer’in Yaşamak Hatırlamaktır adında bir kitabı vardır. Hâtıralar için “Karanlıktaki beyaz kuşlar” demişti. Zira her hatırlayışı da bir bölük beyaz kuşun karanlıktan uçuşuna benzetmişti.

Siz bakmayın hâtıraların gözümüzün önünde bıcır bıcır kaynaştığına. Onların kendi başlarına canlanıp kımıldamaya takatleri yetmez. Onları biz bugünden yönetiriz. Karanlıkta kalan yüzlerine bugünün ışığını tutarız. Dahası, bugünden düne şekil verir, hududunu çizer, fazlasını budar ve ilaveler yaparız.

Allah’tan ki, o hâtıraların biri gazaba gelip de çocukluğumuzu elimizden almaya yeltenmiyor, çok şükür.

Bazı huylarıma bakınca kendimi Nuri Pakdil’e benzetirim.
Hüseyin Su anlatmıştı: Rahmetli, dışarıya çıkacakmış ya da görüşmeye gidecekmiş gibi hazırlanır, okumaya ve yazmaya oturmadan önce tıraş olur, giyinir ve sonra da masasının başına geçermiş.

Ben de sabahın köründe yüzüme yapışan yastık iziyle ve o salpa halimle yazı masasına asla gelip oturamam. İyi iş çıkaramayacağımı bilirim. Pakdil Usta’ya ilaveten benim kravat taktığım, ütülü pantolon giydiğim de olur. Hele bir de hâtıralardan geçit alayı kuracaksam; erenler demine gider gibi, meydan görmüşlerin huzuruna varır gibi, kokulanırım bile.

Hâtıralar azizdir. Pâk ve Müberra (arınmış) bir mevkii kuşatmışlardır.

Şairin kulakları çınlasın, gene penceremin kenarına eski günler konup duruyor.

 

Aslında çok şeyi unutarak yaşıyoruz, arkamıza atarak ayakta kalmayı başarabiliyoruz. Yoksa kömür çuvalı gibi onları nice bir sırtımızda taşıyalım?

İnsan bir affederek bir de unutarak hafiflermiş.

 

Oscar Wilde’ı bilirsiniz, ünü dört bucağı sarmış İrlandalı yazar. 1900’lerin başında dünyamızdan ayrıldı ama yazdıkları hemen elimizin altında ve dipdiri… Mutlu Prenses, Narlı Ev, Mürver Ağacı gibi toplu hikâyelerinin yer aldığı kitaplarında fasılasız güzelliğin izini sürer. Doyumsuz sahneler verir. Bazen “Hayalin tatlılığı”ndan ve “Gerçeğin bayatlığı”ndan dem vurur, bazen “Kalbin bilgeliği”ne vurgu yapar ama sonunda hep gerçeğin soğuk yüzüyle karşılaşırız. Çünkü dışardaki dünya zalim, sert ve acımasızdır. Bunu bir kere daha öğretir bize.

Nereye varacağım?

Oscar Wilde, Dorian Grey’in Portresi adlı kitabında bir cümle eder ki, o sözü kenara almak veya unutmak kabil değil. Sen unutsan, yeri gelir, o kendisini hatırlatır:
“Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyor.”

Ya şimdiyi görse Oscar Wilde acaba ne derdi?

Zamanenin olanca hışır tavrının ve nankör sabırsızlığının üstümüze boca edildiğini gördükçe; gürelmiş bir meşe dalının altına kaçar gibi bu endamlı hikâyecilerin müşfik gölgesine sığınıyorum. Oralarda benimle tatlı sohbetlere bağdaş kuran hâtıraları yâd ediyorum.

Ne yapsaydım?

İnsanlar kıyıcı olunca kitaplara kaçtım diyen düşünüre gel de hak verme…

 

Nobel ödüllü Elias Canetti; ölmeden kısa bir süre önce, yıllarca tuttuğu notlardan, hâtıralardan ve alıntılardan süze süze Sinek Azabı adında bir kitap yayınlamıştı. Ben de aynı tarzı denedim ve 2022 yılında Ötüken Neşriyat’tan “Yaşamak Geçti Başımdan” kitabını çıkardım.

Canetti, çağımızın önemli bir düşünürü. Bilge adam. Zihninde beliren kıvılcımları sözün gücüne katarak âdeta kelimelerle dans ediyor. İnsan durup ona imreniyor.

Diyor ki: ”Her kelimenin şiddetle etkilediği bir kurbanı vardır; bazen düşünüyorum da, galiba bütün kelimelerin kurbanıyım ben. Sadece kâğıda aktarabildiklerimden yakamı kurtarabiliyor ve ancak öyle sakinleşiyorum.”

Bu ifadeleri okuduğumda Canetti ile kol kola yürüdüğümü hissetmiştim. Ne çok ortak sorumuz var diye düşünmüştüm. Hayatı anlamlandırabilmek için belki de bu okumalara ihtiyaç vardı.

Aramızdaki olanca fiziki mesafeye rağmen yazdıklarıyla beni nasıl içten kucaklıyordu. Yok yok, Canetti ile akrabaydık. Birlikte nice şiirler solumuştuk. Aynı tenha yollardan geçmiş, aynı ince tozları yutmuştuk.

“Yaşlılar beni ta ilk gençlik çağımdan beri büyülemiştir. Çocukken peşlerinden koşar, onlara hayret eder, anlatacak çok şeyleri olanların eteklerinden tutup hiç bırakmamak isterdim. Bir şey anlatmaya üşenecek kadar tembel olanları görünce nutkum tutulurdu. Onlar, sahte yaşlılardı. Sadece yaşlı kılığına girmiş gibiydiler.”

Ne tuhaf. Nerede, hangi esrik anlarda tanışmıştık Canetti ile? Benim bütün hayatım bu bir paragraf yazıdan ibaretti sanki.

Yakın zamanda Sakarya’nın bir köyüne gittim. Köyün girişinde yaşlı bir adam neyine lazımsa taze soyulmuş bir demet çubuğu kucaklamış kös kös oturuyor. Soluk benzini benden uzak tutmaya çalıştı bir zaman. Kovadaki balık gibi…
Gözlerinin feri sönmüş, direnci kırılmış, ölümü kabullenince acısı bile durulmuş. Hırıltılı nefesi kesildi kesilecek, anlaşılmaz mırıltılar dökülüyor dudaklarından. İster istemez Ömer Ertur dostumuzun ‘İhtiyar Horozun Son Ötüşü’ adlı kitabı aklıma düştü.

Öyle sandım. Dış görünüşe hep aldanırım zaten. Ayaklarının ucuna kadar yanaştım.
– Hacı! dedim, bin at bir pula, getireyim mi?
Kıkır kıkır güldü. Eski toprak, anlamakta gecikmedi:
– İstemem, dedi kısık sesiyle. Bana öyle bir şey sat ki, önden göndereyim.
– Nasıl yani?
– Kutlu davete uyup huzura vardığımda önden gönderdiğim kapıda karşılasın beni.

Kendimi bir kuytuya zor attım. Korktum. Canetti’nin tarif ettiği “Sahte yaşlılar”a benzemiyordu. Bunlardan birini de yıllar önce Bolayır’da Namık Kemâl’in kabri başında görmüştüm. Seksenlik adam, içinin soğumadığından, can ateşinin sürekli harladığından söz etmişti. Hiç tekin değil bunlar. Hayatı umursuyorlar… “Yaşamaya yaşıyor ama hikâyesi bitmiş”’ insanlardan olmak istemiyorlar.

Ömer Hayyam bir rubâisinde, kendisinden önce ölen dostlarına hayıflanıyordu:
“Yan yana oturmuştuk,
Hayat sofrasına.
Benden birkaç kadeh önce,
Sızıp gittiler.”

Hayyam, beni de eski bir dostuma doğru yolculuğa çıkardı. Yeniden hayırla anmama vesile oldu.

Bir zamanlar hayatımızın uzak köşesinde bir derviş adam vardı. Sızıp gitti.
Bu bayram sabahı, sevinçle hüznü aynı teknede karıp eşi dostu aramak için telefonlara sarıldığımda onun adını ve numarasını silmemiş olduğumu fark ettim. Böyle çok silemediklerim var, kıyamadıklarım…

Onu ne çok özlemişim. 8 yıl önce Eyüp Sultan’dan uğurladığımız günkü kadar duygularımın sıcacık ve taze kaldığını anladım. Hak rahmetiyle kuşatsın.

Bizim Mehmet Nuri Yardım’ın ömrüne bereket; büyüklerin güzel âdetlerini, yol ve yordamlarını sıkı takip eder. Yaşlı, hasta, hayat yorgunu ve kendini yalnızlığa fazla kaptırmış eski dostları arar bulur, ziyarete gider ve bizi de yanında ister.
Bir güz ikindisiydi. Gedikpaşa’dan Seylan çayı alıp dervişi görmeye gitmiştik. Belki de son tebessümlerimizi, son bakışmalarımızı uzattık birbirimize o gün.
Hanımına, engelli kızına düşkündü. Onların sırça gönüllerine şirin kımıltılarla dokunmak isterdi. O gün bizi görünce, nasıl unuturum, dudaklarının ucunda koca bir kırmızı gül hârelendi.
– Bu ay emekli maaşıma bir bereket çöktü, görseniz, İnci’ye (kızı) iki tane gök desenli kazak aldım.

Hayatı çeşnilendirmeyi biliyordu, bir kadeh sevinç yetiyordu ona.
Ne bekleyeni vardı, ne kendi kimseyi beklerdi. Gene de aha şimdi biri kapıyı tıklatacakmış gibi yol gözetlemesi hiç bitmezdi. Gözü yolda kulakları seste, bilemediğimiz bir hasreti nakışlıyordu ötelere doğru, sanki…

Ne var bu adamların damağında bilmem, o da ekşiyi severdi. Ekşiye gözü doymazdı. Bize de sevdirdi. “Çocuklar! Gelirken yolda ekşi bir şey gözünüze çalınırsa, hele bir de erik olursa sakın kaçırmayın!” diye tembihlerdi.
Bazen ekşi bulmak için yolu uzatırdık, bazen de olmadık yerde önümüze çıkarsa çokça alırdık, ona gitmeye bahanemiz olurdu.
Çakı bulmuş çoban gibi sevinirdi. Şenlenirdi:
– Gelin, derdi. Sesi gürlerdi bizi karşısında bulunca.
– Hele gelin; ben bir çay suyu koyayım, siz de şu kazana (sazını gösterirdi) Davut Sulari’den, Muhlis Akarsu’dan bir Sivas türküsü atın. Kaynasın ha kaynasın!..

Karlı dağlar karın almış karınan
– Cananım benim.
Kaç gün oldu küsülüyüm yârınan
– Dağlar yaz gelsin, söylen tez gelsin.
Hiçbir merhametli komşu yoğumuş,
– Cananım benim.
Bizi barıştıra da nazlı yârınan
– Dağlar yaz gelsin, söylen tez gelsin.

 

Belli ki, daralan gönlü evlere ocaklara sığmadığı vakitlerde hüznünü ve sitemini bu türkülere misafir gönderiyordu.

İki dünyayı derininde birlemişti. “Dünya ahiretin tarlasıdır” buyruğuna sıdkı bütün imanı vardı.

Yoksuldu ama yoksun değildi. Bir yeşil yaprakla bile olsa ikramın değerini ve derecesini aklında tutardı.

Hanımına ve İnci’sine ne bıraktı, bilmiyorum. Ama bana bir “Hâl” ve “Söz” mirası kaldı.

Ondan, insana hizmet eden her nesneye hürmet ve muhabbet beslemeyi talim ettim. Hayatın asla elden bırakılmayacak kadar ciddi olduğunu kulağıma küpe
yaptım.

Nasıl içten yakarırdı:
– Üzerimize üç kürek toprak atıldığında çıplak hakikatle yüz yüze geleceğiz, Allah o günümüzü kayıra.

Kimseye öğüt vermezdi. Ortaya konuşurdu. Ailesiyle uyuşmazlığını sürekli büyüten ve aşırı giden bir arkadaşımız vardı, bir gün o da aramızdayken gözlerini herkesten kaçırıp yere indirdi. Darası alınmış ve demlenmiş sesini yumuşattı:

– Fıtrattan kaçan, bağını koparmış deli danaya döner, savrulur gider. Ayağı tuzaktan kalbi azaptan kurtulamaz. Ben yaşarken bunu gördüm!

Sait Faik son kitabı Alemdağ’da Var Bir Yılan’da yalnızlığını anlatır. Kendini daha çok ele verir, ifşa eder. Bir insanı sevmekle hangi eşiği aşacağımızı fark ettirir bize. Hayatın içine kıvrılırken acılarımızla da tanış oluruz. Bakınız, o kitapta bir diyalogun arasına neleri sığdırmış Sait Faik:
“- Niye soruyorsun bu kadar ne iş yaptığımı?
– Okumuş yazmışa benzersin de…
– Ne olacak okumuş yazmışa benzersem?
– Okumuş yazmış adam öğüt vermez de, dedi.
– Ne yapar? dedim.
– Adamı anlar, ne yapacak?”

 

Rahmetli dostumuz da azdan az, çoktan çok anlamayı bilirdi. Yoksa herkes kendi kantarında doksan okka geliyor, kime söz geçirecek?

Onu az uyur, az yer diye bilirdik. Az konuştuğuna zaten şahidiz. Diyeceğini der ama sözü çoğaltmazdı. Hâl adamıydı, hâli sözünden üstün konuşurdu.

Yanına gidip geldik, oturup kalktık, birimizin hayalini didiklemedi. Arzusuna ket vurmadı. Bir kere olsun şikâyetini işitmedik. Çünkü etrafta olup bitene ufkî bakardı, geniş zaman kipini kullanırdı. Her suyu yudumlayışta gagasını göklere kaldırıp şükreden kuştan bahseder ya Arif Nihat Asya, sanırdım ki, şair bizim dervişi tarif ediyor.

Ne zaman bir araya gelsek unutmaz, yerini kollar ama mutlaka söylerdi. Mıh gibi çakardı beynimize:

– Dünya bir gündür, o da bugündür. Biz bu günü ihya etmeye bakalım.
Merakımı yenemezdim; bu cihanşümul tefekkürü kurarken hayatı ve insanı (ona göre Hazreti İnsan) anlamlandırırken kaç kitap sağmıştı? Kulağını kime yaslamıştı? Acaba hangi tutamaklara sıkı sıkı yapışmıştı?

 

Kemal Tahir, Yol Ayrımı adlı romanında söylemişti, “Her ölüm bizden bir şey alır götürür derler ya… Sanmam! Her ölüm galiba gidenlerden bir şeyler bırakıyor.”

Nitekim öyle oldu.

Nietzsche (Niçe) de, Camus da, Sartre de yanıldılar. Ne dünya saçma ve ne de insan beyhudedir. Dünya sürüp ekeceğimiz mümbit bir tarla, insan da mükerrem bir çiftçi…

İrfan, “bilmeyi” bilmekmiş.

Böyle anladım.

Derdim, asla geçmişe övgü dizmek ve ağlak bir dünya kurmak değil.

Kızılderililerin atasözünü hiç aklımdan çıkarmıyorum: “İnsanlar ölürken güç ve bilgilerini yanlarında götürmezler, yaşayanlara ilave ederler.”

Ve meşhur meseldir, varını veren utanmaz.

Gününüze ve ömrünüze hoşluklar dola.

Şerif Aydemir

Şerif Aydemir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir