Geçmişi fotoğraflarla dövdüğümüz ya da övdüğümüz zamanlar eskiden de vardı. Ağaran ya da azalan saçlar, belirginleşen çizgiler, alınan kilolar için “Hey gidi hey,” ya da “Neydik, ne olduk,” denirken birden “Before after” dolaşır oldu aramızda. Baktım, “Öncem buydu sonra da böyle oldum”un ispatı için hep bir fotoğraf karesi imdada yetişiyor. Keşke dedim, keşke içimizin dününü bugününü de çeken bir cihaz olsa. Sırf dışımızın farklılaştığını değil ruhumuzun da nasıl kabuk değiştirdiğini çeken akıllı bir makine… Hiç yapmam dediğimiz şeyleri yaptığımız, hafife aldığımız duyguların esiri olduğumuz, önceden bizi üzen sonrasında kabullendiğimiz anları, anıları gösteren bir cihaz? Önceki ben ve şimdiki ben arasındaki o upuzun yolculuğun filmini izleyebilse insan keşke. Yolu bulabilmek için değiştiğini görebilse. Değişimse işte değişim hem de ne biçim değişim. Değişimin daniskası. Var bende de öyle bir anı.
Sene doksanlar, yaşım tam da ikinci evladımın yaşı. Şimdiki gibi pantolonun arka cebine sığabilecek kadar incecik akıllı telefonlar olmadığı için şak şuk çekilmiş pozlarım yok elimde. Ama günlüğüm varmış. Allahtan varmış. Yazmış da yazmışım. İstanbul’da bombalar patlıyormuş, terör iyice palazlanmş, mevsim yazmış, kurban bayramı için babamın memleketine büyükleri ziyarete gelmişiz. İçerideki tantanadan sıkılmış ve galiba biraz annemi özlemişim ki balkona atmışım kendimi. Askeriyenin giriş kapısının üstünde kocaman harflerle okuyabileceğim kadar uzağımdaki Seymen Kışlası karşısındaymışız. Bir büyüyeyim buralara adımımı atar mıyım görün bakalım diye de tehdit ediyormuşum içimden herkesi. Aradan geçen üç yılın ardından 99 depremi olmuş. 5 gün o kışlanın karşısında oturup sevdiklerimizden, sağ olduklarına dair haber beklemişiz. Herkesi ve ablamı da o topraklara defnetmek zorunda olduğumuz için bir ayağımız hep orada olmuş. Yetmemiş yıl bugün olmuş bir daha hiç ayak basmak istemem dediğim yere, mezarlığın az ilersine, oğlumu her hafta eğitimi için götürmek zorunda kalmışım. Tuhaf. Hayat hakikaten çok tuhaf.
Üstelik bu sefer mezarlıktan kaçmak şöyle dursun ilk kez orayı sarıp sarmalayasım geldi. Benim güzel ölülerimle değil de sanki oradaki bütün ölülerle bir tanışıklığım varmış ve elim boş gitmişim gibi hissettim önce. Sanki misafirliğe gitmişim de bi ayakkabılarımı çıkararak girmek isteği, bi saygıda kusur etmeme ihtiyacı peyda oldu içimde. Gençliğimdeki gibi çabuk çabuk ve kızgınca değil, dikkatlice adım attım her nerden geçtiysem. Mezar taşlarının üzerindeki isimleri okuyunca tokalaşmış saydım kendimi, hepsiyle selamlaştım. İşe yaramayacağını bilsem de ceplerimde ne var ne yoksa çıkarıp boca etmek geldi içimden. Onun yerine bildiğim bütün duaları bol bol serpe serpe ilerledim. Dualardan başka ikram edecek bir şeyim yoktu çünkü. Üstelik bildiğim daha makbul bir şey de yoktu.
“Mezar taşlarını okuma sakın, okursan hafızanı yitirirsin, unutkanlık başlar hafazanallah!” hurafelerini fırlatıp atalı ne çok olmuş, orada buna benzer şeylerden hiçbiri aklıma gelmeyince anladım. Ablama gelene kadar ne çok ölüyü gördüm, geçmişlerini hatırladım, seslerini duyar gibi oldum, cevap verdim. Mezarlıklarının bakımlı olup olmadıklarını farklı şeylere yordum, hiç ağlamamamı çok matah bir şey saydım. Ağladığım zamanlarımı çocukça buldum, büyüdüğümü düşündüm. İlk geldiğim zaman, elimin ayağımın tutmamasına kızmakla acımak arası bir tavır büyüttüm içimde sonra onu da anne şefkatiyle uğurladım. Yasın en taze hali, gayet normal şeylerdi diye kendimi kınayışlarımın sırtını sıvazladım. O gün o yaşta, o acıyla o kadarcık olurdu canım, deyip o fikri de hemencecik savuşturdum. Koca mezarlıkta babamla ikimizdik sadece. Bir de rüzgâr… Onu da saymazsam sanki daha da kötü eseceğine inandıracak kadar aramızdaydı o da. Tokat atar gibi vuruyordu yüzümüze. Böyle bir esişi hep pencerelerden izlediğimi hatırladım. Demin yoktu. Yalpalaya yalpalaya mezarlık kapısının içinden kendimi zor attığımda fark ettim. Babamın bir an evvel dua edip ya da ağlayıp gitmesini istiyordum çünkü bu sefer sesli konuşmak istedim. Hıçkırıklarıma eşlik eden, burun çekmelerimle karışmış bir sesle değil, normal günlük konuşma sesimle, ablamın mezar taşını karşıma alarak ablamın ölüsüyle, konuşmak, dertleşmek istiyordum. Babam, arkamda önce babasının sonra annesinin sonra da diğer yakınlarının başında durdu bi müddet. Düşündü mü, dua mı etti, ağladı mı bakmadım. Sanki ağlarsak ve ağladığımızı birbirimize gösterirsek ayıbımıza yakalanmış olacaktık. Birbirimizin ayıbına saygı duyar gibi birbirimizi bir süreliğine görmezden geldik. Demek ağlamak hâlâ bir ayıp olarak kalmıştı aramızda. Bu değişmemiş mesela. Ben olabildiğince olgun, bak baba artık beni ablama götürür müsün dediğimde bu gördüğün dik duruşumla hiç üzülmeden seni de üzmeden gidebilirim, mesajı vermeye çalışıyordum. Baktım bu duruşum ona da iyi geldi. Zaten erkekler dünden razıydılar duygularını yedi kat çula çaputa sarıp gizlemeye. Ama bununla yetinemezdim, baba ben de birazdan gelirim sen arabaya geç istersen üşütme, dedim. Başındaki yamulmuş dede beresini düzelterek, bereket hiç ses etmeden yaptı dediğimi. Rüzgâr, onu da var saydığımızdan mıdır nedir canımızı yakmadan usul usul esiyordu artık.
Bir mezar taşının kıyısına çömelip babamın ardından baktım. Kendime de arkamdan bakabilseydim oturduğum yerden izlemeye gönlüm el vermezdi, kıyamazdım. İçimde değişen, dönüşen her şey ayakta izlenmeye değerdi çünkü. Bir öncemizi düşündüm bir de şimdiyi. Biri fotoğrafımızı çekseydi içimizde değişen hiçbir duygu asla görülmeyecekti. Çok çok azalan saçlar, göz altındaki torbalar… Halbuki değişen, iyileşen onca şey varken bunu ispatlamayı ne çok isterdim.
Gamze Koç
- KUM SAATİ - Aralık 1, 2024
- BİZZAT ŞAHİT - Kasım 24, 2024
- İSPAT MAKAMI - Kasım 17, 2024
- KAPALIYIZ - Kasım 10, 2024
- KAÇIŞ - Kasım 3, 2024
- LÂL - Ekim 27, 2024
- PEK’ÂLÂ - Ekim 20, 2024
- DOKUZ BOĞUM - Ekim 13, 2024
- KÖPÜK - Ekim 6, 2024
- KIRK UÇURMASI - Eylül 26, 2024
Canım benimmm😔
Makamınız mübarek olsun hocam. Ailecek okuduğumuz bir kalemsiniz…
“Bana gözlerini ver,
Beni nasıl gördüğünü göreyim.”
Demiş, biri.
Yıllar, bizi değiştiriyor şüphesiz.
“Değişir zaman,
Bütün değişenler gibi
Biz de değişiriz.
İstesek te istemesek te.”
Aynı beden, benzer bir yüz.
Ne var ki kafa farklı.
Farklılaşmış, değişmiş.
O fotoğraftaki masum çocuk
O resimdeki bitkin delikanlı,
Çok gerilerde kaldı.
Ne O resimdeki biziz şimdi
Ne şimdiki biz, O.
Her şey, akıp giden coşkun bir su.
Biz se o suda yüzen bir yaprak.
Suyun debisi, coşkusu, hızı,
Eritiyor, sürdürüyor, sindiriyor hafızamızı.
Ne bir tepki ne bir feryat ne bir hamle
Yaşayıp gidiyoruz an be an, maceramızı.
Fotoğraf,anı demek benim için.Üniversitede okurken,harçlığımı biriktirim bir fotoğraf makinası almıştım,1989 yılı.İyi paraydı o zaman.İyi ki almışım dedim hep…..Geçip giden zamanı onlara bakıp hatırlıyorum şimdi….Ve,mezarlıklar…İbret alınması gereken,görmezden gelinen mezarlıklar.Hepimizin gideceği yer,rabbim elimiz dolu gitmeyi nasip eylesin.
Başınız sağ olsun hocam ahirette babanız ile buluşursunuz en güzel şekilde inşallah
İspat Makamı
İçimizi, ruhumuzu çeken fotoğraf makinası… İcat olur mu bilmiyorum. Olsa bile duyguları gizlemeyi seven bizleri ne kadar gösterir ki canlı duygunun cansız hâlini. Geçen gün bir konferanstaydım ve konferansta bir fotograftan bahsedildi. Saydam maddeden yapılmış doğaya uyumlu bir şey. Fotoğrafın karşısına geçildiğinde kendini de bir ayna gibi kendini de fotoğrafı da görüyorsun. O anda dedim ki acaba eski fotoğraflarımız böyle olsaydı ve fotoğrafın karşısına geçtiğimizde nasıl hissedeceğiz. Şöyle büyümüşsün böyle değişmişsin de diyecek miyiz, ne kadarını da söyleyebileceğiz.
Okurken hüzünlenmemek, gözlerin yağmurlanmaması mümkün değil. Mekânı cennet olsun tüm ölmüşlerimizin 🤲 Kaleminize sağlık Gamze Hocam🖊️🦋