“İLMİN VE SANATIN ZEKÂTI, ONU KARŞILIKSIZ VERMEKTİR”

Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, İslâm’da hüsn-i hat, tezhib ve klasik cild sanatlarının böylesine tekâmül etmesi, Kitâbullah’ın en müstesnâ şekliyle yazılması, bezenmesi ve ona lâyık bir kap ile ciltlenmesi gayretinden doğmuştur.

Bir İstanbul Hanımefendisi duruyor karşımızda…

Hâlinin güzelliği, sesine ve sohbetine iştirak ediyor.

Prof. Dr. Çiçek Derman ile A’dan Z’ye tezhip sanatı üzerine konuşuyoruz.

Öğretim Üyesi olarak çalışmalarına devam eden Çiçek Derman, zarif elleriyle tezhip nakşettiği gibi, yeni bir nesil işliyor sabırla, yeni günlere duyduğu umutla…

Tezhip kelimesi, Arapça’da altın anlamındaki zeheb kelimesinden geliyor. Biz, yazıya ne kadar değer vermişiz ki, onu altınla bezemişiz. Hocam, tezhip sanatı bize neler anlatıyor?

Türkler yazıya ve özellikle İslâmiyet’in kabulünden sonra Kur’an-ı Kerîm’e duydukları hürmet ve muhabbet neticesi olarak, hem sanat hem de kullanılan malzeme açısından en mükemmeli tercih etmişlerdir. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, İslâm’da hüsn-i hat, tezhib ve klasik cild sanatlarının böylesine tekâmül etmesi, Kitâbullah’ın en müstesnâ şekliyle yazılması, bezenmesi ve ona lâyık bir kap ile ciltlenmesi gayretinden doğmuştur.

Bezenmiş bir yazma eseri okumak, ayrı bir keyiftir. Tarihte kütüphanesinde hat ve tezhip cihetiyle kemâle ermiş yazmaların bulunması, sahibine bir mertebe kazandırırdı. Zengin kütüphane sahibi olarak tanınmak bir imtiyaz olurken bugün o seviyeyi, cep telefonunun en yeni model olmasıyla kazanmaya çalışan insanlarımız çok…

Tezhip sanatının, Uygur Türklerinden Anadolu Selçuklularına, İstanbul’un Fethi’nden sonra da Osmanlı’ya doğru bir yolculuğu var. Tezhip, nakkaşhâne ile birlikte anılıyor. Peki, nakkaşhânede üretim süreci nasıl gerçekleşiyor?

Orta Asya’da Uygur Türkleri eliyle doğup gelişen tezhip sanatı, Anadolu Selçukluları ile Anadolu’ya ulaşmış ve bu topraklarda kopmadan gelişmesini devam ettirmiştir. Türkler at üzerinde bir medeniyeti, Anadolu’ya taşımıştır. Bu, her kavmin başarabileceği bir iş değildir. Beylikler devri sanatı, bu gelişmenin devamıdır. Osmanlılar da bu zenginliği ve sanat kalitesini zirveye taşımış ve tezhip sanatında devam eden bir ilerleme yaşanmıştır.

1453 İstanbul’un fethi sonrası Fatih Sultan Mehmed’in emriyle kurulan nakkaşhâneye, her fethedilen memleketten ilim ve sanat sahiplerini İstanbul’a celbetmek, âdeta bir an’ane hâlini almıştır. Yavuz Sultan Selim de buna, hem 1514’de Çaldıran’da hem de 1517 yılında yaptığı Mısır fethinde riâyet etmiş, böylece İstanbul, farklı ülkelerden getirtilen farklı sanat görüşlerinin harmanlandığı ve yeni üslupların meydana geldiği canlı ve parlak bir sanat merkezi durumuna gelmiştir.

Nakkaşhâneler, adeta uygulamalı birer okul gibi çalışmıştır. Usta, kalfa ve çırakların bir arada, görerek öğrendikleri ve yetiştikleri mekânlardır. Farklı işlerde hüner sahibi olmuş sanatkâr ve zanaatkârlar, sernakkaş denilen ustanın nezâretinde çalışarak, kısa zamanda neticeye varırlardı. Eserler birçok kişinin emeğiyle bezendiği için, imza konmamış veya sadece sernakkaş imzası yer almıştır. Bu sebeple, tarihdeki müzehhibleri ismen tanımaktan mahrumuz.

Hocam, bir müzehhib eline fırçayı aldığında neler hisseder?

Bu sualin cevabı, müzehhibine göre değişir. Benim fikrimi sorarsanız, “Sanatını ibadet eder gibi, heyecanla ve şükürle yapmalıdır.” derim.

Geleneksel sanatların hayatımızdaki yeri nedir, sanat bizi nasıl etkiler?

Gelenekli sanatlarımız bizi biz yapan, bizi aksettiren ve biz olmamızı sağlayan sanatlardır. Bir milletlerin duygu, düşünce ve inançlarından kaynaklanan ve o millete has özellikler taşıyan sanatlara “Gelenekli sanat” diyoruz. Sanat, insan hayatına zenginlik, derinlik ve güzellik kazandırır. İnsanın duygularını besler, daima güzel düşünüp güzeli yapmak gayreti, zamanla olgun insan olmamızı temin eder.

Tarihimizdeki gerçek sanatkârlar, hünerlerini kemâle ermek ve benliklerini yok etmek için bir basamak olarak kullanmışlardır. Sanat, kendimizi terbiye etmek için mükemmel bir vasıtadır. Yeter ki, biz o basamakta takılıp kalmayalım ve İlâhî tekâmüle erişme yolunda olalım.

Hocam, bir geleneği devam ettirmenin şartları nelerdir?

Her sanatın kendine has kaideleri vardır. Bunlar korunmalı ve geliştirerek ileriye taşınmalıdır. Sanatı sanat yapan ana kurallar yok edilirse bu, sanatın sonu olur.

Prof. Dr. Süheyl Ünver, Necmeddin Okyay, Rikkat Kunt gibi isimlerle bir arada bulundunuz. Bugün eserler konuşuluyor ancak “İnsan” görmenin sizde bıraktığı izler nedir, dinlemek isteriz.

Biz, nasihat dinleyerek değil, bizzat görerek ve onlarla yaşayarak, sanatın nasıl hâl edinileceğini, nasıl hayatın içine dâhil edileceğini öğrendik. Her hal ve hareketleri, sözleri ve davranışlarıyla bize örnek oldular. Yaşamanın gayesi, insan olmayı öğrenmek ve hizmet ederek etrafımıza faydalı olmayı sağlamak değil midir? Biz bunları ve daha fazlasını yapan, mükemmel insanlar tanıdık. Bu Yaradan’ın bir lütfudur. Ancak görüp tanımak, size bazı mesuliyetler getirir. Bizlerin de bu özellikleri devam ettirmesi ve onların talebesi olmanın karşılığını vermemiz lazımdır.

“Hakk’a ibadet eder gibi halka hizmet etmek, ancak usta-çırak muhabbetiyle sağlanabilir.” diyorsunuz.

Çünkü usta-çırak muhabbetinde maddî alış-veriş yoktur. Sanat karşılıksız öğretilir, satılmaz, emanet edilir. Sanat gönül işidir, Rabbimin bazı kullarına, bir zaman için lütfettiği bir meziyettir, emanettir. Bu sebeple geri alınma zamanına kadar sanatımızı edeple taşımalı ve hizmet için kullanmalıyız. Ona şükrümüzü, bir şey beklemeden bildiklerimizi, tâlip olana vererek yapmalıyız. Hakikî sanatkâr, eserini satar, sanatını satmaz. Hocanın ücreti olmaz, o bir pınardır. Daima verir, ehlini bulunca da sanatını ona emanet eder. Çünkü onun nazarında: “İlmin ve sanatın zekâtı, onu karşılıksız vermektir.”

Hocanız Rikkat Hanım, “Sanatınızı üstünüzde taşıyınız.” dermiş. Sormak isteriz, bir insan sanatını üstünde nasıl taşır?

Sanatı hâl edinerek ve hayatının merkezine koyup yaşayarak… Davranışlarında, konuşmalarında, daima ölçülü olmalıdır. Edep sahibi olmalı, haddini bilmeli ve kendinde bir üstünlük görmemelidir. Her şey Allah’ın lütfuyla zuhur bulur. Bize verilen emaneti hakkıyla taşımak ve zamanı gelince ehline vermekle mükellefiz. Tezhip sanatını, kâğıt üzerinden kendi üstümüze aktararak kendimizi, ahlâkımızı bezemeliyiz. O zaman hedefe varmış oluruz. Ancak bu, eser meydana getirmekten çok daha zor bir iştir.

Kendimizin yaratıcı değil, yansıtıcı olduğumuzu unutmamalıyız, “Sâni-i Hakîkî Allah’dır”. Yaratmak Allah’a mahsustur. Müslüman sanatkâr, haddini bilen, edepli yaşayan ve sanatın tuzaklarından kendini koruyabilendir. Nedir bu tuzaklar? Beğenilmek, alkışlanmak, iltifatlar almak ve başarıyı kendinden bilmek… Rabbim bizleri bu gibi yanılgılardan uzak etsin.

Âmin! Hocam, 40 yaşında tezhip ile birlikte akademik kariyere gönül verdiniz. Bir başarı hikâyesi var karşımızda. Bu süreçte, sizi azimle çalışmaya yönelten duygu nedir?

Henüz 17 yaşında iken kendime çizdiğim bu yolu, bütün engellere ve zorluklara rağmen azimle, bir gün pes edip vazgeçmeden devam ettiriyorum. Hâlen üç ayrı üniversitede görev yapıyorum. Çalışmak, hele sevdiğiniz bir iş için çalışmanın keyfi anlatılmaz. Gençlerle beraber olmak, öğretmekten çok eğitmek ve onların hayatı güzel yönleriyle görmelerini temin etmek, bana da güç ve kuvvet veriyor. Rabbimin yardımıyla sağlığım devam ettikçe çalışmak hedefimdir. Şükrümü böyle yapmak niyetindeyim.

İzninizle, sizin gibi zarif olan isminizin hikâyesini dinlemek isteriz…

Fatih Sultan Mehmed’in hanımı ve Cem Sultan’ın annesi olan Çiçek Hatun ismi babam tarafından çok beğenilmiş ve kızım olursa bu ismi koyacağım, diye niyet etmiş. İkinci kız evlâd olarak dünyaya gelince, ismimin seçimi babam tarafından yapılmış. Aile büyükleri “Zor bir isim” diye itirâz edince babam: “Kızım adam olsun, ismini kendine yakıştırsın!” diyerek noktayı koymuş.

Benim için, zevcimin hediyesi olan “Derman” soyadı da çok kıymetlidir. Tam 54 yıldır etrafıma “Derman” olmaya çalışıyorum.

Eşiniz ile aynı mânâ üzerine yolculuk etmek hayatınızı nasıl etkiledi?

Birlikte yaşlanmak, hayatın acı ve tatlı günlerine birlikte göğüs germek ve dünyayı aynı pencereden seyredebilmek ne büyük bir lütûfdur. Zevcimle, aynı hislerle dolu olarak aynı idealin yolunda yaşamak, hayatımı çok kolaylaştırdı ve verimli kıldı. Ona çok şey borçluyum.

Evlilik hayatımızda sanat, dâima bizimle oldu, ama hiçbir zaman aramıza girmedi. Bilakis hayatımıza renk kattı, neş’e verdi. Birbirimize rakip değil, yardımcı olduk. Birbirini tamamlayan hat ve tezhip sanatları gibi biz de, birbirimize destek verip bu güzellikleri, birlikte yaşamaya çalışıyoruz.

Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ders vermeye devam ediyorsunuz. Öğrencilerinize baktığınızda neler görüyorsunuz? Sanat, gelenek, hayat ve aile kavramlarından yola çıkarak neler söylemek istersiniz?

Bu sualinizle en hassas olduğum noktaya dokundunuz. Kısa zamanda pek çok güzel değerimizin dumûra uğradığını, bize has hasletlerin süratle kaybolmaya başladığını üzülerek görüyorum. Meselâ aile… Aile mukaddesdir, aile mahremiyeti önemlidir. Pek çok hadise aile içinde kalmalı ve aile içinde halledilmelidir. Ben demeden, “biz” demeyi bilen fedakâr ve sabırlı gençlerimizin çoğalması dileğimizdir.

Sanat, eğer severek yapılırsa insana hayat verir, ama neticeye varmak için sizin de ona hayatınızı vermeniz icab eder. Ter dökerek kazanılan değerlerin kıymetini, alan değil veren ellere sahip olmanın güzelliğini gençlerimize göstermeye çalışmalıyız.

Hocam, yoğun programınıza rağmen bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

 Müge Aydın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir