CAN 

Severim ilan sayfalarını. “Acil Duyuru!” yazısını okur okumaz da gayriihtiyari başına “Dikkat dikkat”i ilave ederim. Yanına yamacına da akla tedirginliği getirecek olan en kırmızısından iki tane çakan şimşek figürü… En son da kelimelere çekidüzen verip, zihnimde toparlayıp “Dikkat dikkat, aciliyeti olan bir duyurudur!” diye algılarım cümleyi. Bunda da öyle oldu.
 
Sonu ünlemli olan bütün cümleleri okuduğumda olduğu gibi yine huzursuz oldum. Hâlbuki nice sevinç nidasını ya da mutluluktan yere göğe sığamamayı anlatmak için de işe yarar ünlem işareti.

Toplum olarak genellikle “eyvahlı” cümleleri yazanlara çok alışkın olduğumuzdan mıdır nedir bende böyle bir önyargı var. Bu kez de yazının “…Çok Acil!” kısmını okuduktan hemen sonra, hafif çaplı bir heyecanın etkisi ile kısa sürede geçecek olan bir yüreğin ağza gelme deyiminin hakkını verdim. Çok acil kan aranıyor, yazıyor sandım önce. Öyle bir çırpıda okuyunca insan harfleri de canı istediği gibi algılıyormuş. Meğer “Çok Acil Can Aranıyor” yazıyormuş. Şimdi bunun nesi normal, sorarım size! Can aramak deyince insanın aklına türlü türlü kriminal suç dosyaları gelmez mi? Ne o Dede Korkut’taki gibi “Ya canını alırım ya canına karşılık canını verecek birini bul getir.” diyen Azrail cümlesi gibi. Allah’tan devamını bir çırpıda okuyunca meselenin bir hayata son vermekle alakalı olmadığı anlaşılıyor. “Çok acil can aranıyor!.. Bebekliğime ya da gençliğime dair kimde ne kadar fotoğrafım varsa acilen bana ulaştırabilir mi?” diye bir ilan.

Haydaaaaa! Ne bu şimdi? Şaka desem şaka değil. Sonuçta insanın bunun için belli bir mesaisini, az ya da çok bir bütçesini ayırması gerekir. Çünkü ilanın altında epey bir bilgi ve görsel de paylaşılmış ciddi ciddi. Ne tuhaf, insan kayıp eşya ilanı verir gibi geçmişini de arayabiliyormuş.
         
Bir değişim, bir hafıza kaybı ya da bir arayış sonrası fotoğraflarda geçmişimizi tanımaya çalışmak zorunda kalmak… Fotoğraflarla kim olduğunu bilmeye uğraşmak… Çocukluk fotoğraflarının bir zihnin inşasındaki yeri… Kimi kimsesi olmamak… Ayna önündeki kalabalık yalnızlıkla baş etmek…

Böyle bir ilanı vermenin kim bilir kaç türlü sebebi vardır? Aklımdan onca ihtimal geçse de ben kendime göre bir sonla bitirdim zihnimde bu hikâyeyi.
   
Aradan, kısa bir zaman geçince bu kez aynı ismi bir ilan köşesinde değil bir kitap satış sitesinde yeni çıkanlar listesindeki bir kitabın kapağında görüyorum. Merakla inceliyorum kitabın arkasındaki yazıyı. İlk paragraf, kitabın içinden bir parçadan alınmış. Ardından kitapla ilgili meşhur bir yazarın yorumu paylaşılmış.

“Annem, kenarları hafif lekeli, arkasına o günün tarihi düşülmüş eski fotoğraflardan birini eline aldı ve parmağını fotoğraftaki küçük ‘ben’e koyup, büyümüş olan bana bakarak ‘Bak bu sendin.’ dedi ve ekledi Nasıl bu kadar büyüdün?… Mucizevi gibi gelen şeyleri ortalığa çıkarır gibi, benim hatırlamadığım belki de hatırlayamayacak yaşta olduğum zamanlara kapılar açan fotoğrafların hikâye yazarıydı benim annem… Beni o anla, o zamanı benle tanıştırmaya, bana beni hatırlatmaya çalışan annem… Benim kişisel tarihçim. A’dan z’ye her hâlimi kayıt altına almaya uğraşan, tarihimi oluşturmaya çalışan gönüllü arşivcim…”
 
Yazarın bize bizi anlatmasını çölde bir göl arayışı olarak düşünebiliriz. Görselleri hayatımızın bu kadar merkezine aldığımız bir çağda “Bana kim olduğumu göster çünkü kaybolmak üzereyim”in sessiz bir çığlığıdır aslında. Aynı zamanda bize “Ben kimdim, ben kimim?” sorularının en sıradan insanın bile zihnini kurcaladığı gerçeğini gözler önüne serer. Satır aralarında da kulağımıza bir şey fısıldanır adeta; her ailede illaki olan, o cilt cilt fotoğraf albümlerini özenle saklayıp muhafaza edenleri yabana atmayın sakın! 

Hikâyesi olmayan insan yoktur ve hikâye kaybolduğunda fotoğraf anlamsızlıktır. Bağ kopunca ve yaşamın sonradan gelen şeyleriyle ilk öğrenilenleri arasına giren uçurum, kişiye dik dik bakmaya başlar. Hikâyeden kopuşu, onu travmatik olarak uçurumun dibine yerleştirir ve karanlığın gözlerine sahip olur o kopuk parça.

Biraz dram, biraz melodram ağırlıklı olsa da kimse kusura bakmasın, yazarın aradığı can gibi hepimiz fotoğraflarımızdaki “ben”i göstererek içimizde kükreyip duran maziyi sakinleştirme derdindeyiz.

Gamze Koç

3 Yorum “CAN ”

  1. Insan aynaya baktiginda yüzlesebiliyorsa kendimizdeki ben ile.Ozaman fotograf anlamini yitirir Bir yunusu, bir şemssi , bir mevlanayi tanimayiz bir fotograflari dahi yoktur fakat asirlardir dilden dile dolasan hilayelerini siirlerini mesnevilerini dinler okuruz degil mi? O zaman geride birakacagin hikayelerin yoksa fotografi aramanin ne anlami var ki. Gamze hanim elinize saglik tesekkur ederim kendimize bir kez daha guzel hikayeler birakmamizi hatirlattiginiz icin.en azindan ben boyle hissettim. Bayraminizi kutlar selam ve dua ile kalin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir