“ANADOLU TOPRAKLARINDA VE TÜRKÜLERDE SAKLI ÖZÜMÜZ”

Sanatalemi.com.tr için Ender Doğan ile birlikte yolculuğa çıktık Anadolu’ya…

Ender Doğan ile “Anadolu İrfanı” dile geliyor.

İrfan Türküleri üzerine yaptığı çalışmalarla tarihe ışık tutuyor.

Bir yanda sosyoloji eğitimi, diğer yanda köklü bir gelenek var hayatında.

Anadolu İrfanı nedir, bize neler anlatır?

İrfan kavramı, bizim temel kavramlarımızdan bir tanesidir. Mesnevî Dersi’ne başlarken, “Tû megû mârâ bedân şeh bâr nist/ Bâ kerîman kârha doşvar nist.” diye söylenen Farsça bir beyit vardır. “Huzura varmak için bende tâkat yok deme, büyüklerle iş görmek pek kolaydır, gam yeme.” diye Emin Işık Hocam, Allah rahmet eylesin, hep bu beyitle başlardı derse. Büyüklerin ismini anarak başlayalım, Ahmet Amiş Efendi’nin, himmeti hazır olsun, bir irfan tarifi vardır. “Âriflerle âlimlerin birbirinden farkı, âlimler doğruları bilir, arifler de yanlışları bilir,” diye söyler. Ârifler de yüzme bilir, âlimler de yüzme bilir, ancak ârifler can kurtarır. Her yüzme bilen can kurtaramaz. İrfan, ilimden farklı bir biliş sürecini ifade ediyor. İrfanda, mâlûmat ile bilen ayrı değil. Kitâbî bir süreç değil. Görerek, öğrendiğinizi ruhunuza mayalayarak, güzel ahlaka dönüştürerek yürüdüğünüz bir yol oluyor irfan. Ârifler de bu sanatın erbabı. Anadolu irfanına gelecek olursak, büyüklerin nefesiyle mayalanmış topraklardan söz ediyoruz. Toprak önemli burada, toprağın altını çizmek lâzım.

Biz doğduğumuz, büyüdüğümüz toprağın kendisiyiz aslında. Hem madden hem mânen bizi biz yapan, büyüten, şekillendiren bu topraklar. Farklı bir varlık algısı, farklı bir din algısı, farklı bir insan algısı… Anadolu’ya has algılar var. Bundan dolayı Anadolu İrfanı, çok kıymetli ve çok zengin. Dinî algılama, anlama ve yaşam biçimi itibariyle de diğer İslâm ülkelerindeki yapılardan çok farklı. Bizi biz yapan değerleri, bizi geleceğe taşıyacak değerleri, bu topraklarda aramalıyız tekrar özümüze, köklerimize dönmek suretiyle. İstikbal aynı zamanda köklerdedir. Bu bağlamda, köklerimizi doğru anlayıp geçmişi geleceğe bağlamak suretiyle yürümeliyiz diye düşünüyorum. Anadolu bizim için hazine değerinde.

İrfan Türküleri üzerine çalışıyorsunuz. Bu proje nasıl doğdu?

Aslında türkülerimizin hepsi irfanîdir. Orada bir ayırım yok. Yaptığımız çalışma, bir tasnif değil. Belirli mesajları taşıyan eserleri bir araya toplamak suretiyle onlara irfan türküleri adını verdik. İçinde tasavvufî temaların işlendiği, metafizik, insana dair en temel konuların işlendiği türküleri irdelemeye çalıştık. Buradan yola çıkarak, bir çalışma yürütmeye başladık. Yaklaşık olarak on beş yıl oldu. Çalışmalarımız devam ediyor. Toplumsal değişimler yaşanırken, elimizden akıp giden değerlerimiz oluyor. Unutulan, ihmal edilen, zaman zaman bilinçli olarak görmezden gelinen bazı kültür alanlarımız oluyor.

Bir şeye dikkat ederseniz, onu görürsünüz; yoksa görünmeden geçip gidiyor. Seyri sülük görmüş “Âşıklık Geleneği”nden gelen büyüklerin nutukları benim ilgimi çekti. Anadolu’da mahdud çevrelerde okunan, dinlenen bu eserler, insanların dertlerine çare olmuş ve gönüllerde bir çerağ uyandırmış. TRT’nin Halk Müziği repertuvarında olmayan eserler bunlar. Repertuvarımızda binlerce türkü var, ancak topraklarımızda çalışılacak önemli eserlerimiz var. Bir kısmı unutuldu, bir kısmı kayboldu… Üzerinde çalışılırsa, bir şekilde ortaya çıkıyor. Cenab-ı Hak, sevdiği bir kimsenin nutkunu zamanı gelince vesilelerle ortaya çıkarıyor. İbnü’l Arabî Hazretleri’nin eserlerinin asırlar sonra zuhura çıkması gibi. Biz buna “Vakt-i Merhun” diyoruz. O vakit geldiğinde, ortaya çıkıyor. Biz buna “Taltif-i İlahî” diyoruz.

Hocam, hangi isimler üzerine çalışıyorsunuz?

Erzurumlu Âşık Emrah, Erzurumlu Âşık Sümmanî, Sivaslı Âşık Ruhsati gibi isimleri sayabiliriz. Kendileri gelenekle yetiştiği gibi çevrelerine de ışık olmuşlar. İnsanların gönüllerinde güzellikler uyandırmışlar. Yörelerinde çok sevilen ve rağbet edilen kaynak kişiler olmuşlar. Arkalarında feyzler ve bereketler bırakmışlar. Meselâ, Âşık Emrah sadece kendi memleketinde kalmamış Anadolu’yu dolaşmış. Bizim topraklarımız bu sebeple çok kıymetli. Bizim özümüz bu topraklarda ve bu türkülerde saklı. Bu değerleri bulup, dinleyiciye ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu çalışmaya, bir derleme ya da kültürü ihyâ gibi bakmamak lâzım. Keşke olabilse, benim gücümün üstünde olan şeyler. Sadece konuyu işaret ederek, “Böyle bir kültürümüz var,” demek istedim. Kendi imkânlarımla bu çalışmayı yürütüyorum, ancak ilgili olanlar da çalışsınlar diye “Burada bir hazine var!” demek istedim.

Bu çalışma için hangi yörelere gittiniz?

Erzurum, Urfa, Elazığ, Sivas, Tokat, Erzincan ve İzmir gibi yörelerimize gücüm yettiğince, kendi imkânlarımla gitmeye çalıştım. Yirmiyi aşkın şehrimizde inceleme yaptık. Mesela bir âşık, Erzurum’dan yola çıkmış Bursa’ya gitmiş, oradan başka bir yöreye geçmiş. Biz de bu iz üzerinden takip ediyoruz. Parçaları birleştirmeye çalışıyoruz. Kervan yolu gibi düşünebilirsiniz. Meselâ, Hazreti Mevlânâ da birçok yörede bulunmuş. Malatya’nın Arapgir beldesi, Erzincan’ın Kemaliye beldesi çok önemlidir. Bu alanlar bir havzadır. Fırat’tan Kerkük’e kadar olan bir bölgeden bahsediyoruz. Harran Ovası zahiren de bereketli topraklardır. Yetişen bitki çeşitleri, doğası bir başkadır. Mezopotamya’nın tarihine bakın, başka bir zenginliği vardır. Azerbaycan’ın Karabağ, Suriye’nin Halep bölgesi de böyledir. Bu bakımdan ferdi çalışmalarla üstesinden gelinecek gibi görünmüyor. Ekip çalışması gerekiyor. Âşık Mürsel Sinan, Cenânî gibi Kars Âşıklık Geleneği’ni temsil eden insanlara ulaşmaya çalışıyoruz. Diyarbakır’da 90 yaşında bir âşık ile çalıştık. Sosyolojik olarak bundan yüz yıl öncesini aktarabilecek insanlar. Bu kişiler de göçtüler…

Hocam, bu açıdan bakınca en önemli kaynak insan gibi görünüyor…

Kesinlikle! Biz birincil kaynaklarla görüşüyoruz. Akademik anlamda çok kıymetli bunlar. “Sözlü Tarih Geleneği” bizde ne yazık ki zayıf, gelişmemiş. Kültür Bakanlığı’na durumu aktardık, ancak bir netice alamadık. Bizim gibi deli olacak, bu işleri sevecek de yapacak bir insan.

Peki, âşıklık geleneği devam ediyor mu? Bir sonraki kuşağa aktarılabiliyor mu?

Maalesef artık devam etmiyor. Bu işler muhit ile olur. Muhit varsa, sanat vardır. Muhit yoksa sanat da olmuyor.

Eskiden bir araya gelinen mekânlar vardı…

Âşıklar Kahvesi vardı, onlar da bitiyor, tek tük kaldı. Bu geleneğe ilgi duyan insan kitlesi de kalmadı artık. İnsan profili değişti, tipoloji değişti… Sosyolojik bir tespit olarak söylüyorum, konforlu hayat isteyen, daha çok maddeye önem veren bir nesil geldi. Trenin son vagonunu yakalamak gibi bizim çalışmalarımız. Bir örnek verecek olursak, Karslı bir âşık var. Kendisi, Mir Hamza Nigârî Hazretleri’nin nutuklarını ezbere okuyor. Böyle kişileri bulmak artık çok zor. Vaktiyle ustası okumuş, ondan dinleyerek ezberlemiş. Eserlerin hiçbirini kitaptan ezberlememiş. Türküleri kulaktan almış, sazıyla çalıp okuyor. Aldığım kayıtlarla, notaya döktüğüm kayıtlarla bir âşık çalışması yürütüyorum. İki yüz elli, üç yüz civarında nota yazdım. Sayısı bini aşkın eser var elimizde. Neden yalnız çalışıyorum? Ekip için maddi imkân ve yetişmiş kişi gerekiyor. Konservatuvardan nota bilen arkadaşlar var, ancak sözleri yazarken nota bilmek yetmiyor. Edebiyat bilmek, tarih bilmek de gerekiyor. 2007’de topladığım eserlere yeni sıra geliyor. Zaman da hızla geçiyor…

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldunuz. Hayatınızın bir yanında ilim, bir yanında irfan var. Metodoloji bu geleneği öğrencilere aktarabiliyor mu? Yoksa kitap yükü çektiğimizle mi kalıyoruz? Sosyolog olarak nasıl görüyorsunuz?

İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji okumak benim için bir şanstı. Diğer üniversitelerden farklı olarak, İstanbul Üniversitesi’nde okumanın bir avantajı vardı. Bölüm Başkanımız Baykan Sezer’di, Ümit Meriç, Korkut Tuna, İsmail Coşkun gibi isimler hocamız oldu. Onların hayatımıza çok önemli bir katkısı oldu. Metodolojik olarak, yerel bakışı bize aktardılar. Sosyoloji, Fransız Ekolü’nden gelen, August Comte’dan gelen bir çizgide tercümelerle anlatılıyordu. Hocalarımız bize geleneksel bakış açısını kazandırdı ve bu şekilde de yeni nesle aktarmaya devam ediyorlar. Bilimsel çalışmalarımızı yaparken, kendi dinamiklerimiz ile yola çıkmayı öğrendik. Bu yolda yürümeye çalışıyoruz. Bununla birlikte kendi bakış açımızı da geliştirmemiz gerekiyor. Başka türlü toplumu anlayamıyoruz.

Modern zamanların etkisiyle özümüzden uzaklaşıyor muyuz?

Geçmişimizi, geçmişimizdeki güzellikleri taşıyamadık. İnsan değişti, toplum değişti, algılar değişti. Sığ bir hayat yaşamaya başladık.  Hz. Mevlânâ, “İnci derinde olur, çerçöp yüzeyde olup sahile vurur.” diyor. Ümit edelim ki, toplum anlayışı yeniden zuhur etsin. Kurumlar üzerine düşeni yaparsa, halk da üzerine düşeni yapacaktır diye düşünüyorum. Güzellikler kaybolmaz, bizim özümüzde cevher olarak var.

Hayat yaptığımız seçimlerden mi ibaret?

Kader de böyle oluşuyor. Bir şeyi istersek Cenab-ı Allah onu yaratıyor. Bunun için cüzi irade var. İrfanî anlamda düşünürsek, cüzi iradeyi külli iradeye teslim etsek iş çözülecek. O zaman fani olana değil de Baki olana yöneleceğiz. “Münferit vâsıta-i rüyet iken, göremez kendisini dîde bile” diye bir söz vardır. Göz görme aracıdır, ama kendini göremez. Bu sebeple büyüklerin yolunda yürümeye ihtiyacımız var. Kültür, sanat, türkü… Biz bu vesileler ile büyüklerin nefesine ulaşmaya çalışıyoruz. Yesevî Hazretleri, Yunus Hazretleri, Hacı Beştaş Hazretleri gibi Anadolu’ya nefes veren değerler… Bu yüzden peşlerinden yürümek istiyoruz. Eserleri nağmeye, kisveye bürünmüş, kimi nutuk olarak bize ulaşmış.

Eyüp Mûsıkî Cemiyeti ile çalışmalarınız ivme kazanıyor. Sormak isteriz, müziğin hayatınızdaki yeri nedir?

Müzik ruhumu aksettirebildiğim, ruhumu tanımlayabildiğim bir alan. Bir istidat olarak, kabiliyet olarak kalbe yerleştirilmiş diye düşünüyorum. Sümmânî Baba’nın bir sözü aklıma geldi. “Kabiliyet, dağda haktır. Herkese nasip değil. Herkese nasip olması belki münasip değil.” demişti. Bizim için her şey mûsıkî. Kendi çocuklarıma da bu duyguyu yaşamaları için yardımcı olmaya çalışıyorum. Bazı duygular kelâma gelmiyor. Buhûrîzâde Itrî Efendi’nin bestelediği Neva Kâr ile Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye Câmisi aynı medeniyetin, aynı irfanın farklı ifade biçimleri. Birisi mûsıkî ile söylemiş, diğeri mimari ile söylemiş. Râkım Efendi’nin hattı da olabilir bu duygunun aksetmesi… Sonuçta hepsinin beslendiği kaynak, aynı kaynak. Su içtiği göze, aynı göze. Bize de böyle bir ihsan lütfedilmiş. Mûsıkî kanalından yürümeye çalışıyoruz. Bu keşmekeş içerisinde mûsıkî olmasaymış, hayat dayanılır gibi değilmiş. Bizim için bir sığınak gibi. Nefes alacak menfez gibi.

Kendinize özgü bir sesiniz var. Ailenizde böyle güzel sesler, mûsıkî geleneği var mı?

Rahmetli babacığım bizim köyün imamı idi. Çok güzel sesi vardı. Çok güzel Mevlid okurdu. O zamanın imkânlarına göre, normal bir hocanın üzerindeydi. Kendini iyi yetiştirmişti. Askerliğini Erzurum’da yaptığı için Lalapaşa Câmisi’nde öğrendiği usûller var. Terâvih namazındaki ilâhîler ve minareden kasîde okuma gibi gelenekler nerede kaldı. Babam Mevlid okurdu, ben de yanında otururdum. On, on bir yaşına geldiğimde Mevlid’i ezberlemiştim. Okuyarak değil, duyarak ezberlemiştim. Biz Türkler, kulak medeniyetiyiz. Çocukluğumuzda, televizyon yoktu. Biz radyo ile büyüdük. Radyo, geliştiriyor insanı. Kulak eğitimi çok önemli. Kulağa gelen sesi dinlemesini biliyorsan kalbe gider.

Hayatınızda öyle isimler var ki… Süheyla Altmışdört, Bekir Sıdkı Sezgin, Cinuçen Tanrıkorur, Kâni Karaca, Niyâzi Sayın, Sadrettin Özçimi gibi… İzninizle, bu isimlerin sizde bıraktıkları izleri sormak isteriz.

Süheyla Altmışdört Hocam, Allah uzun ömür versin, kırk üç yıl boyunca üniversite korosunu kesintisiz çalıştırmış. Azimli, kararlı bir insandır. Klasik repertuvar anlamında ne biliyorsam, ondan öğrendim diyebilirim. On yıl talebesi oldum. Eyüp Mûsıkî Cemiyeti’nde beş yıl, üniversite korosunda da beş yıl talebesi oldum. Hocamın çok büyük emeği var üzerimde, ona dua ediyorum. Süheyla Hoca, klasik üslûbu koruyan bir hocaydı. Adnan Mungan, Münip Utandı, Mehmet Güntekin, Ahmet Özhan gibi isimlerin hepsi Süheyla Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçmiştir. Bu kültürün mûsıkî geleneğinin geleceğe taşınmasında büyük emekleri olmuştur. Bekir Sıdkı Sezgin Hocamızla kısa bir süre çalışabildim. Hakk’a 1996 yılında yürüdü.  Konservatuardaki odasına giderdim ancak daha çok dinleyerek istifade ettik. Üslûp esere kokusunu veren unsur, biz bunu Bekir Bey’den öğrendik. Üslûp ve icrâ anlamında üzerinde kimse yoktur diyebilirim. Allah rahmet eylesin. Cenab-ı Allah, bir kişiye bir güzellik vermişse, başka güzellikler de vermiştir. Hz. Mevlânâ, Mesnevî’de “Bir latife açılırsa, diğerleri de peşi sıra açılır.” diye anlatır. Bekir Hocamıza baktığımızda, bir bütün olarak güzel ahlak görüyoruz. Cinuçen Hocam, hâkezâ öyle bir hezarfendi. Böyle insanlar artık yetişmiyor. Bu insanları yetiştirecek muhit de yok, metodoloji de yok. Kâni Karaca Hocam da bambaşka bir âlemdi. Biz Vehbî diyoruz, kazançla elde edilecek bir şey değil. Sadece bana değil, bu dönemde yaşayan mûsikîşinaslara ışık tutmuş kişilerdir. Niyâzi Sayın, Sadrettin Özçimi, Ahmed Şahin gibi değerli isimler geliyor dile. Liste böyle uzuyor, hizmet ehli insanlar hepsi de…

Yurtdışında da konserler veriyorsunuz. Yurtdışında yaşayan Türkler dışında, o ülkede yaşayan vatandaşlar da katılıyor mu? Nasıl dönüşler alıyorsunuz?

Yurtdışı konserlerimiz azaldı. Daha önce İrfan Türküleri, Tasavvuf Mûsikîsi ve Mevlevî Ayini üzerine programlar düzenledik. Farklı formlar gibi görünse de bunları birbirinden ayıramayız. Bir sanatçı, kendi topraklarında yetişen çiçekleri tanımalı. Hepsi bir bütün, farklı duygulara hitap ediyorlar. Hepsi bizim için çok kıymetli. Yurtdışında verdiğimiz konserlerin yüzde doksanına yabancılar geliyor. Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımız gittikleri ülkenin kültürüne uyum sağlayamadığı gibi, kendi kültürlerini de yaşayamadılar. Kültürel bir boşluk yaşıyorlar. Eğlenceli konserler olursa, belki onlara giderler, bilemiyorum… Amerika’daki bir programda, ney taksiminde ağlayanları gördüm. Onun gönlü de Allah’ın evi, öyle değil mi? Yabancılar, bu kültürü belki bilmiyorlar ancak kalpten hissederek dinliyorlar.

Yurtdışından konuşuyoruz ancak aynı dilemmayı kendi ülkemizde de yaşıyoruz. Kendi kültürünü tanımayan, duygu karmaşası yaşayan bir gençlik var.  Gençliği kendi kültürüyle nasıl barıştırabiliriz?

Bunu yapmak zor olabilir, ancak imkânsız değil. Zor dememin sebebi, küreselleşme adı altında alışkanlıklar değişiyor. Sanat ya da sanatçı kavramları da değişti. Ölçüler değişti… Kuşak çatışması yirmi beş yıl ile ifade edilirdi, bu rakam beş seneye kadar düştü. Öncelikle dil sorunu var. Kelimeler değişiyor, kelimelere yüklenen anlamlar değişiyor. Ciddi bir kırılma ve savrulma yaşıyoruz. Artık, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okuyan yok. Okuduğu zaman da anlamıyor. Öğretim üyesi olduğum üniversitede on bin öğrencimiz var. Ders verdiğim öğrenci sayısı doksan kişi. Onlara müzik dinleme bilinci aşılamaya çalışıyorum. Aralık ayında Şeb-i Arus döneminde Mevlevî Ayini yapıyoruz. Tam tekmil bir mukabele oluyor. Yaşayıp görmesi lâzım, hayata dokunması lâzım. Başka türlü olmaz. Anlatmayla olmuyor. Anlatmaktan ziyade, ilham verecek hocalara ihtiyacımız var. Bir ateşi tutuşturmak lâzım. Onun gönlüne o ateşi düşürmek lâzım. Sonrasında, o alev büyür… Üniversite seviyesine geldiğimizde geç kalıyoruz. Anaokulu seviyesinde, başlamak üzere bu bilinci vermemiz gerektiğini inanıyorum. Güzel gönüllü çocuklarımız var, biz onlara ulaşamıyoruz. Gençlik bir yere doğru gidiyor, bu akışı kendi irfan dünyamıza çevirebilirsek çözeceğiz. Yine de bu topraklarda yetişen gençlerin eğitim ve kültür seferberliğiyle kazanılacağına inanıyorum.

Hocam, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir